İhtiyacın bedeli
Eylül 2022’de İran’da bir olay vuku buldu. İsmi Mehsa Emini olan 22 yaşında bir
kadın, başını istenilen şekilde örtmediği gerekçesiyle şiddet uygulanarak
hayattan koparıldı. Bunu yapanlar kolluk kuvvetlerine bağlı çalışan “irşad devriyesi”
bekçileriydi. “irşad devriyesi” diye adlandırılan bu birimin öncelikli amacı,
meydanlarda ve kalabalık yerlerde (kalabalık yerlerde çünkü her sokağa polis
koyamazsınız) kadınların giyim kuşamlarını denetlemek, sözüm ona onların
“ahlaksız” giyinmelerinin önüne geçmek. “İrşad” doğru yolu göstermek anlamında
kullanılan bir kelime. Fakat bu bekçilerin doğru yolu bildiklerinden emin
miyiz?
---
İrşad devriyesinin diğer adı, halk arasında “ahlak polisi” diye
biliniyor. Tam bu noktada Nietzsche’nin Zerdüşt’te söylediği “Kim namus ve
ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu odur!” cümlesini hatırlıyor
insan. Peki bu neden böyle? Sizce de bir tuhaflık yok mu bu işte?
Nietzsche’nin sözü genellikle, kadınların etek boyundan en
çok bahseden adamların en kadın düşkünü olacaklarına dair örneklerle anlaşılır.
Nietzsche de bu ifadeyle bunu kastetmiştir. Yaşama baktığımızda bu bakış
açısının birçok kez doğrulandığını görürüz. Fakat her zaman için geçerli
değildir. Örneğin sarhoşluğa karşı çıkan birçok kimse hayatında tek bir damla
alkol almamıştır. Bundan dolayı Nietzsche’nin ifadesini daha başka bir şekilde,
kısaca aşağıdaki gibi yorumlamayı da tercih edebiliriz.
Ahlak, toplumda kabul edildiği üzere kabaca; gerektiğinde
kendi çıkarlarından vazgeçerek başka varlıklara iyi davranmak ise; hemen hiçbir
insanın bu şekilde bir ahlaka sahip olamayacağını kabul edebiliriz. Dolayısıyla
her insan bahsedilen biçimde bir ahlaktan yoksundur. Hemen her insan
ahlaksızdır. Her insan bir kez ahlaksızdır ama bunun üzerine bir de ahlak
bekçiliği yapanlar ikinci kez ahlaksızlık yapmış olurlar.
Kendi gözlemlerime göre ahlak bekçiliğini en çok birtakım
inançlara sıkı sıkıya tutunmuş veya daha doğru ifadeyle “tutunmaya çalışan”
insanlar yapıyor. Çünkü başka insanların kendi inançlarına göre yaşamadıklarını
gördükleri zaman inançlarına darbe vuruluyor. Ama bu kişilerin inançlarının
sarsılmasına tahammülleri yok. Çünkü inançları vücutlarından bir parça gibi. Hayati
öneme sahip bir parça. O parça olmadan yaşamak çok zor.
---
İnsanlar genellikle her şeyin bir gün güzel olacağı
inancıyla ve yukarılarda bir yerlerde onların iyiliğini isteyen, onları seven
bir tanrı tasavvuruyla büyütüldüler. Kimse gerçeği söylemedi onlara. Doğanın
acımasız olduğunu kimse anlatmadı. Filistin’de, Suriye’de veya dünyanın
herhangi bir yerinde bombalarla öldürülen masum çocukların erimiş bedenlerinin poşetlere
doldurulmaya çalışılırken sündüğünü kimse anlatmadı. Ama bazıları gördü
bunları. Kimisi o erimiş bedenleri poşetlere dolduranlardan olmak zorunda
kaldı. Kimisi ise o anların görüntülerini sadece Telegram’da gördü. Ama gördü
işte. Artık hiçbir güç, bu kişilerin o görüntüleri görmemiş olmasını
sağlayamazdı. Sonra fark ettiler ki inançlarıyla gerçekler birbirleriyle
uyuşmuyor. Şüpheye düştüler. Sonra sorgulamaya başladılar. Kimileri bu zahmete
katlanamayıp inanmaya devam ettiler. Ama bazıları da sorguladıkça kuyunun daha
derinlerine doğru yol aldılar. Kuyunun tabanında “gerçek” onları bekliyordu.
Aslında beklemiyordu. Gerçek daima oradaydı ve sadece gelenleri misafir etmekle
yetiniyordu. Fakat onlar ilk kez görüyordu gerçeği. İlk başta sevmediler onu.
Hoşlanmadılar gerçekten. Vahşi, acımasız ve çirkin buldular onu. “Hayır, gerçek
bu olamaz” diye düşündüler. Sonra kuyunun dışına çıkıp gerçeği aramaya devam
ettiler. Ama asla bulamadılar. İçten içe anlamışlardı ki gerçek kuyunun dibinde
duruyordu. Düşünmekten kendilerini alıkoyamadılar. Nesiller boyunca güzelliği
ve ihtişamı dilden dile dolaşan gerçeğin yeryüzünde eli kolunu sallaya sallaya
gezerken tüm güzelliğini seyre sunarak dolaşması gerekmez miydi? Gerçek neden
kuyunun dibindeydi? Üzerine düşündüler. Sonra bu soruların cevaplarını da
buldular. İnsanlar gerçekten hoşlanmıyorlardı. Bu yüzden onu kuyunun dibine
atmışlar ve görmezden geliyorlardı. Oysa kuyunun dışı da dahil olmak üzere her
yerde gerçeğin kokusu vardı. Kuyunun dışındayken de bu kokudan her zaman burun
çevirirlerdi. Ama kuyunun en derin yerinde onunla karşılaştıkları zaman
gerçeğin kokusu burunlarının direğini sızlatıyordu. Dayanması çok zordu onlar
için. Çünkü dışarda sadece hoşlarına giden kokulara yönelirlerdi. Parfümlere;
çiçek, kadın ve bebek kokularına. İlk başlarda gerçekten hiç hazzetmeseler de
onun varlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü masum bebeklerin cesetlerini
görmüşlerdi ve kuyunun dışındaki dünyada gerçeğin kokusundan kaçamıyorlardı. En
iyisi gerçekle barışmak diye düşündüler. Bundan dolayı kendilerini gerçeğin
dikenli kollarına bıraktılar. Dikenler batıyordu. Canları yanıyordu ilk
başlarda. Bir gün gerçek onları öldürecekti. Bunun da farkındaydılar. Ama zaten
kuyunun dışındakileri de öldürecekti. Gerçeğin kollarındayken en azından
kendilerini daha samimi buluyorlardı. Hem zamanla gerçeğin dikenli kolları
artık daha az acıtıyordu onları. Alışmışlardı. Belki de güçlenmişlerdi. Zaman
zaman kuyunun dışındakilere gerçekten bahsediyorlardı. Ama kuyunun dışındakiler
onları dinlemek istemiyorlardı. Eğer gerçekten bahsetmeye devam ederlerse,
onları da kuyuya atacaklarına dair tehditler savuruyorlardı. Aslında kuyuya
inmiş olanlar da inememiş olanlar da fark etmeksizin ellerinden gelse gerçeği
bir kaşık suda boğarlardı. Ama ne yazık ki gerçek ölümsüzdü. Yine de içlerinde
bazıları gerçeğin kokusunu bir süreliğine ortadan kaldırabiliyorlardı. Ya da
kaldırır gibi oluyorlardı. Bu tür kişilerden kendi aralarında “sanatçı” diye
bahsediyorlardı.
---
Gerçeğin reddi üzerine kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Üniversitede
öğrenci olduğum dönemlerde, İstanbul’a gitmeden Tinder’dan bir kızla
tanışmıştım. Bana tatlı gelmişti. Hoşlanmıştım ondan. Yanlış hatırlamıyorsam
birkaç gün de konuşmuştuk. Ama o sırada farklı şehirlerde olduğumuz için
iletişimimiz devam etmemişti. İletişimi devam ettirmek için İstanbul’a daha
erken gidebilirdim. Ama tahmin edilebileceği üzere bu benim için yorucu olurdu.
Bilirsiniz ki sevmek, hoşlanmak, âşık olmak vs. bu tür şeyler bazılarının
inandığının aksine gökten zembille inen şeyler değil tercihlerimiz karşısında
edilgen olan durumlardır. Şartlar önemlidir. Misal köydeki çobanın kızı, uzay mekiğin
içindeki astronota en fazla düşlerinde âşık olur. Benim de bu kızla iletişimim
başka şehirlerde olduğumuz için doğal olarak bitti. Aradan aylar ve belki de
yıl geçtikten sonra kötü ve zorlandığım bir gün geçiriyordum. O sırada sözünü
ettiğim kızın sosyal medyadan bana mesaj atığını gördüm. O gün için olumlu
olarak değerlendirebileceğim tek olay o mesajın gelmesiydi. Akşam kızla
yazışmaya başladık. Çekilişler yapılan bir şirkette çalışmaya başladığını ve
bana para kazandırmak istediğini söyledi. Kazandırdığı paradan da o zamanın
parasıyla 50 tl komisyon istiyordu. Komik buldum. Çünkü hatırladığım kadarıyla
o kız 50 tl’yi bu kadar önemseyecek bir kız değildi. Profiline baktığımda da
takipçilerinin beklenmeyen bir şekilde azalmış olduğunu gördüm. Aynı esnada İnstagram’da
paylaştığı hikayeyi gördüm. Tam bir dolandırıcı hikayesiydi. Sanırım, para
kazandırdığı için ona teşekkür eden insanların mesajlarını içeren ekran
görüntüleri paylaşmıştı. O anda, kızın hesabının birileri tarafından
çalındığını ve bir dolandırıcıyla konuştuğumu hissettim. Hissettim çünkü aklım
bunu kabul etmiyordu. Belki de etmek istemiyordu. Kaçamıyordum. İçimde bir
şeyler beni devam etmeye zorluyordu. Hatta inanma isteğimin etkisiyle kendimi
daha kolay kandırabilmek için ses kaydı atmasını istedim. Saçma bir bahaneyle
atamayacağını söyledi. Dolandırıcı olduğunu hissetmekle kalmayıp düşünmeye
başladım. Ama devam ettim. Telefonuma gelen kodları ona tek tek yazıyordum. İlk
başta, telefon hattım üzerinden alışveriş yaparak beni dolandırmaya çalıştı.
Ama hattım mesaj göndermeye kapalı olduğu için yapamadı. Sonra banka
hesaplarıma ulaşmak için uğraşmaya başladı. 2 tane banka hesabım vardı o anda.
Biri Ziraat Bankası’nda, diğeri İng Bank’ta. Ziraat’te kredi kartı kısmıyla
birlikte1600 tl civarı para vardı. İng’de ise 6000 tl civarı vardı. İlk başta Ziraat’i
hedef gösterdim. Telefonuma birçok kod geldi. Hepsini gönderdim ona. Bir türlü
istediğini alamıyordu. Sonunda sıkıldığımı hissettim. Şifremi verdim.
Ziraat’teki parayı boşalttı. Sıra İng’ye geldi. 1600 tl’yi tolere edebilirdim.
Ama o günün parasıyla 6000 tl bir öğrenci için çok önemliydi. O paraya
ihtiyacım olacaktı. İng’nin şifresini vermedim. Vermek istiyordum ama vermedim.
Sonra “Biz seninle nerede tanışmıştık?” diye sordum. “Okulda” dedi. Yanlış
olduğunu söyledim. Beni engelledi. Hayatımın seyrini etkilemeyen küçük bir
travma oldu bu olay benim için. “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormuyordum
kendime. Çünkü dolandırılmamış veya kandırılmamıştım aslında. Kendim
dolanmıştım. Dolanmak istemiştim. Kanmak istemiştim. Zaten karşımdaki
dolandırıcının inandırmak için sunduğu argümanlar çok çocuksuydu. Belki
dolandıran bir çocuk bile olabilir. Bilmiyorum. Onun hiçbir cümlesi beni
inandırmamıştı. Kendi içimdeki bir savaşı kaybettiğim için bu duruma düşmüştüm.
Bundan dolayı kendime “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormak yerine “Nasıl
oldu da karşımdakinin dolandırıcı olduğunu anladığım halde yine de
dolandırıldım?” diye sordum. Bir süre sonra cevabı buldum. Çünkü o gün o yalana
inanmaya ihtiyacım vardı.
Zaman zaman zekasına ve aklına güvendiğimiz isimlerin bile
dolandırıldığını haberlerde duyarız. Buna şaşmamak gerek. Bu tür olaylarda
mesele zekadan daha çok akılla ilgilidir. Psikolojimizin aklımız üzerinde güçlü
bir hakimiyeti vardır. Akıl dediğimiz şey duygularımıza yenildiği zaman ortadan
bir süreliğine kaybolabilir. Herkesin hayatı inişli çıkışlı olduğu için herkes
zaman zaman akıldan uzaklaşıp budalalık edebilir. Dolayısıyla dolandırıcılarla
yanlış zamanda karşılaşan herkes bu tarz olaylar yaşayabilir. Benim yaşadığım
olayda, mutlu olma isteğim ve ihtiyacım ağır basmıştı.
---
Herkes içten içe bilir ki, dinler inanılır şeyler
değildir. Fakat insanlar acı gerçeklerle yüzleşmek istemez. Çünkü gerçekler ilk
bakışta dayanılır gibi değildir. Bu yüzden insanlar dinlere inanır gibi yaparlar.
İnanmaya çalışırlar. İnanmak isterler. Ama kimse beceremez bunları. Kimse
dinlere inanmaz. Peki etrafta inançlı olduğunu iddia eden bunca insan yalan mı
söylüyor? Hayır. Ama yanılıyorlar. Bu yanılgı kolaylıkla açıklanabilir
türdendir: Eğer sözüne güvendiğimiz bir kimse (hatta güvenmediğimiz biri de
olabilir) bir kurt sürüsünün açlıktan şehre indiğini, insanlara saldırdığını ve
şu anda birkaç sokak ötede olduğunu söylerse o sokağa yaklaşmamak için
elimizden geleni yaparız. Ama inanılan dinin peygamberi ve tanrısı namaz
kılmamanın büyük azaplara yol açacağını buyurduklarında dine inandığını iddia
eden insanlar namaz kılmamaya devam ediyorlar. Ne peygambere ne tanrıya ne de
dine inanıyorlar. Bu açıklamayı ilk başta safsata gibi değerlendirebilirsiniz. Örneğin;
“Ders çalışmak da bizler için birçok fayda sağlayacaktır ve çalışmamanın birçok
zararı olacaktır ama yine de bazen ders çalışmayız” diyebilirsiniz. Bu noktada,
daha derinlere indiğinizde ders çalış(a)madığınız zamanlarda, aslında ders
çalışmanın sizin için faydalı olacağını düşünmediğinizi fark edersiniz.
Sözün kısası, bazen gerçekler canımızı acıtabiliyor veya
yalanların tadı çok lezzetli olabiliyor. İnsan bazen bir şeylere inanmak
isteyebiliyor. İnanmaya ihtiyaç duyabiliyor. Bu inançlarına da en ufak bir
fiske vurulmasına tahammül edemiyor. İnançlarına ters düşen eylem ve söylemlere
hiddetle karşı çıkıyor. İnançlarının yıkılmasından en çok korkanlar en büyük
tepkiyi veriyor. Kimse kötü niyetinden değil aslında. Herkes acizliğinden,
güçsüzlüğünden yapıyor bunları. Dolayısıyla herkesi anlıyor, kimseye
kızmıyorum.
Ben, bir yalana inanma ihtiyacım için 1600 tl verdim. Mühim
değil. 6000 tl’yi de verirdim. O kızın güzel gözlerinin hayali buna değerdi. Peki başka birilerinin başka yalanlara inanma ihtiyacının karşılanması için güzel gülüşlü Mehsa’nın can vermesi buna
değer miydi?