21 Aralık 2024

İhtiyacın bedeli

Eylül 2022’de İran’da bir olay vuku buldu. İsmi Mehsa Emini olan 22 yaşında bir kadın, başını istenilen şekilde örtmediği gerekçesiyle şiddet uygulanarak hayattan koparıldı. Bunu yapanlar kolluk kuvvetlerine bağlı çalışan “irşad devriyesi” bekçileriydi. “irşad devriyesi” diye adlandırılan bu birimin öncelikli amacı, meydanlarda ve kalabalık yerlerde (kalabalık yerlerde çünkü her sokağa polis koyamazsınız) kadınların giyim kuşamlarını denetlemek, sözüm ona onların “ahlaksız” giyinmelerinin önüne geçmek. “İrşad” doğru yolu göstermek anlamında kullanılan bir kelime. Fakat bu bekçilerin doğru yolu bildiklerinden emin miyiz?

---

İrşad devriyesinin diğer adı, halk arasında “ahlak polisi” diye biliniyor. Tam bu noktada Nietzsche’nin Zerdüşt’te söylediği “Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu odur!” cümlesini hatırlıyor insan. Peki bu neden böyle? Sizce de bir tuhaflık yok mu bu işte?

Nietzsche’nin sözü genellikle, kadınların etek boyundan en çok bahseden adamların en kadın düşkünü olacaklarına dair örneklerle anlaşılır. Nietzsche de bu ifadeyle bunu kastetmiştir. Yaşama baktığımızda bu bakış açısının birçok kez doğrulandığını görürüz. Fakat her zaman için geçerli değildir. Örneğin sarhoşluğa karşı çıkan birçok kimse hayatında tek bir damla alkol almamıştır. Bundan dolayı Nietzsche’nin ifadesini daha başka bir şekilde, kısaca aşağıdaki gibi yorumlamayı da tercih edebiliriz.

Ahlak, toplumda kabul edildiği üzere kabaca; gerektiğinde kendi çıkarlarından vazgeçerek başka varlıklara iyi davranmak ise; hemen hiçbir insanın bu şekilde bir ahlaka sahip olamayacağını kabul edebiliriz. Dolayısıyla her insan bahsedilen biçimde bir ahlaktan yoksundur. Hemen her insan ahlaksızdır. Her insan bir kez ahlaksızdır ama bunun üzerine bir de ahlak bekçiliği yapanlar ikinci kez ahlaksızlık yapmış olurlar.

Kendi gözlemlerime göre ahlak bekçiliğini en çok birtakım inançlara sıkı sıkıya tutunmuş veya daha doğru ifadeyle “tutunmaya çalışan” insanlar yapıyor. Çünkü başka insanların kendi inançlarına göre yaşamadıklarını gördükleri zaman inançlarına darbe vuruluyor. Ama bu kişilerin inançlarının sarsılmasına tahammülleri yok. Çünkü inançları vücutlarından bir parça gibi. Hayati öneme sahip bir parça. O parça olmadan yaşamak çok zor.

---

İnsanlar genellikle her şeyin bir gün güzel olacağı inancıyla ve yukarılarda bir yerlerde onların iyiliğini isteyen, onları seven bir tanrı tasavvuruyla büyütüldüler. Kimse gerçeği söylemedi onlara. Doğanın acımasız olduğunu kimse anlatmadı. Filistin’de, Suriye’de veya dünyanın herhangi bir yerinde bombalarla öldürülen masum çocukların erimiş bedenlerinin poşetlere doldurulmaya çalışılırken sündüğünü kimse anlatmadı. Ama bazıları gördü bunları. Kimisi o erimiş bedenleri poşetlere dolduranlardan olmak zorunda kaldı. Kimisi ise o anların görüntülerini sadece Telegram’da gördü. Ama gördü işte. Artık hiçbir güç, bu kişilerin o görüntüleri görmemiş olmasını sağlayamazdı. Sonra fark ettiler ki inançlarıyla gerçekler birbirleriyle uyuşmuyor. Şüpheye düştüler. Sonra sorgulamaya başladılar. Kimileri bu zahmete katlanamayıp inanmaya devam ettiler. Ama bazıları da sorguladıkça kuyunun daha derinlerine doğru yol aldılar. Kuyunun tabanında “gerçek” onları bekliyordu. Aslında beklemiyordu. Gerçek daima oradaydı ve sadece gelenleri misafir etmekle yetiniyordu. Fakat onlar ilk kez görüyordu gerçeği. İlk başta sevmediler onu. Hoşlanmadılar gerçekten. Vahşi, acımasız ve çirkin buldular onu. “Hayır, gerçek bu olamaz” diye düşündüler. Sonra kuyunun dışına çıkıp gerçeği aramaya devam ettiler. Ama asla bulamadılar. İçten içe anlamışlardı ki gerçek kuyunun dibinde duruyordu. Düşünmekten kendilerini alıkoyamadılar. Nesiller boyunca güzelliği ve ihtişamı dilden dile dolaşan gerçeğin yeryüzünde eli kolunu sallaya sallaya gezerken tüm güzelliğini seyre sunarak dolaşması gerekmez miydi? Gerçek neden kuyunun dibindeydi? Üzerine düşündüler. Sonra bu soruların cevaplarını da buldular. İnsanlar gerçekten hoşlanmıyorlardı. Bu yüzden onu kuyunun dibine atmışlar ve görmezden geliyorlardı. Oysa kuyunun dışı da dahil olmak üzere her yerde gerçeğin kokusu vardı. Kuyunun dışındayken de bu kokudan her zaman burun çevirirlerdi. Ama kuyunun en derin yerinde onunla karşılaştıkları zaman gerçeğin kokusu burunlarının direğini sızlatıyordu. Dayanması çok zordu onlar için. Çünkü dışarda sadece hoşlarına giden kokulara yönelirlerdi. Parfümlere; çiçek, kadın ve bebek kokularına. İlk başlarda gerçekten hiç hazzetmeseler de onun varlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü masum bebeklerin cesetlerini görmüşlerdi ve kuyunun dışındaki dünyada gerçeğin kokusundan kaçamıyorlardı. En iyisi gerçekle barışmak diye düşündüler. Bundan dolayı kendilerini gerçeğin dikenli kollarına bıraktılar. Dikenler batıyordu. Canları yanıyordu ilk başlarda. Bir gün gerçek onları öldürecekti. Bunun da farkındaydılar. Ama zaten kuyunun dışındakileri de öldürecekti. Gerçeğin kollarındayken en azından kendilerini daha samimi buluyorlardı. Hem zamanla gerçeğin dikenli kolları artık daha az acıtıyordu onları. Alışmışlardı. Belki de güçlenmişlerdi. Zaman zaman kuyunun dışındakilere gerçekten bahsediyorlardı. Ama kuyunun dışındakiler onları dinlemek istemiyorlardı. Eğer gerçekten bahsetmeye devam ederlerse, onları da kuyuya atacaklarına dair tehditler savuruyorlardı. Aslında kuyuya inmiş olanlar da inememiş olanlar da fark etmeksizin ellerinden gelse gerçeği bir kaşık suda boğarlardı. Ama ne yazık ki gerçek ölümsüzdü. Yine de içlerinde bazıları gerçeğin kokusunu bir süreliğine ortadan kaldırabiliyorlardı. Ya da kaldırır gibi oluyorlardı. Bu tür kişilerden kendi aralarında “sanatçı” diye bahsediyorlardı.

---

Gerçeğin reddi üzerine kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Üniversitede öğrenci olduğum dönemlerde, İstanbul’a gitmeden Tinder’dan bir kızla tanışmıştım. Bana tatlı gelmişti. Hoşlanmıştım ondan. Yanlış hatırlamıyorsam birkaç gün de konuşmuştuk. Ama o sırada farklı şehirlerde olduğumuz için iletişimimiz devam etmemişti. İletişimi devam ettirmek için İstanbul’a daha erken gidebilirdim. Ama tahmin edilebileceği üzere bu benim için yorucu olurdu. Bilirsiniz ki sevmek, hoşlanmak, âşık olmak vs. bu tür şeyler bazılarının inandığının aksine gökten zembille inen şeyler değil tercihlerimiz karşısında edilgen olan durumlardır. Şartlar önemlidir. Misal köydeki çobanın kızı, uzay mekiğin içindeki astronota en fazla düşlerinde âşık olur. Benim de bu kızla iletişimim başka şehirlerde olduğumuz için doğal olarak bitti. Aradan aylar ve belki de yıl geçtikten sonra kötü ve zorlandığım bir gün geçiriyordum. O sırada sözünü ettiğim kızın sosyal medyadan bana mesaj atığını gördüm. O gün için olumlu olarak değerlendirebileceğim tek olay o mesajın gelmesiydi. Akşam kızla yazışmaya başladık. Çekilişler yapılan bir şirkette çalışmaya başladığını ve bana para kazandırmak istediğini söyledi. Kazandırdığı paradan da o zamanın parasıyla 50 tl komisyon istiyordu. Komik buldum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o kız 50 tl’yi bu kadar önemseyecek bir kız değildi. Profiline baktığımda da takipçilerinin beklenmeyen bir şekilde azalmış olduğunu gördüm. Aynı esnada İnstagram’da paylaştığı hikayeyi gördüm. Tam bir dolandırıcı hikayesiydi. Sanırım, para kazandırdığı için ona teşekkür eden insanların mesajlarını içeren ekran görüntüleri paylaşmıştı. O anda, kızın hesabının birileri tarafından çalındığını ve bir dolandırıcıyla konuştuğumu hissettim. Hissettim çünkü aklım bunu kabul etmiyordu. Belki de etmek istemiyordu. Kaçamıyordum. İçimde bir şeyler beni devam etmeye zorluyordu. Hatta inanma isteğimin etkisiyle kendimi daha kolay kandırabilmek için ses kaydı atmasını istedim. Saçma bir bahaneyle atamayacağını söyledi. Dolandırıcı olduğunu hissetmekle kalmayıp düşünmeye başladım. Ama devam ettim. Telefonuma gelen kodları ona tek tek yazıyordum. İlk başta, telefon hattım üzerinden alışveriş yaparak beni dolandırmaya çalıştı. Ama hattım mesaj göndermeye kapalı olduğu için yapamadı. Sonra banka hesaplarıma ulaşmak için uğraşmaya başladı. 2 tane banka hesabım vardı o anda. Biri Ziraat Bankası’nda, diğeri İng Bank’ta. Ziraat’te kredi kartı kısmıyla birlikte1600 tl civarı para vardı. İng’de ise 6000 tl civarı vardı. İlk başta Ziraat’i hedef gösterdim. Telefonuma birçok kod geldi. Hepsini gönderdim ona. Bir türlü istediğini alamıyordu. Sonunda sıkıldığımı hissettim. Şifremi verdim. Ziraat’teki parayı boşalttı. Sıra İng’ye geldi. 1600 tl’yi tolere edebilirdim. Ama o günün parasıyla 6000 tl bir öğrenci için çok önemliydi. O paraya ihtiyacım olacaktı. İng’nin şifresini vermedim. Vermek istiyordum ama vermedim. Sonra “Biz seninle nerede tanışmıştık?” diye sordum. “Okulda” dedi. Yanlış olduğunu söyledim. Beni engelledi. Hayatımın seyrini etkilemeyen küçük bir travma oldu bu olay benim için. “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormuyordum kendime. Çünkü dolandırılmamış veya kandırılmamıştım aslında. Kendim dolanmıştım. Dolanmak istemiştim. Kanmak istemiştim. Zaten karşımdaki dolandırıcının inandırmak için sunduğu argümanlar çok çocuksuydu. Belki dolandıran bir çocuk bile olabilir. Bilmiyorum. Onun hiçbir cümlesi beni inandırmamıştı. Kendi içimdeki bir savaşı kaybettiğim için bu duruma düşmüştüm. Bundan dolayı kendime “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormak yerine “Nasıl oldu da karşımdakinin dolandırıcı olduğunu anladığım halde yine de dolandırıldım?” diye sordum. Bir süre sonra cevabı buldum. Çünkü o gün o yalana inanmaya ihtiyacım vardı.

Zaman zaman zekasına ve aklına güvendiğimiz isimlerin bile dolandırıldığını haberlerde duyarız. Buna şaşmamak gerek. Bu tür olaylarda mesele zekadan daha çok akılla ilgilidir. Psikolojimizin aklımız üzerinde güçlü bir hakimiyeti vardır. Akıl dediğimiz şey duygularımıza yenildiği zaman ortadan bir süreliğine kaybolabilir. Herkesin hayatı inişli çıkışlı olduğu için herkes zaman zaman akıldan uzaklaşıp budalalık edebilir. Dolayısıyla dolandırıcılarla yanlış zamanda karşılaşan herkes bu tarz olaylar yaşayabilir. Benim yaşadığım olayda, mutlu olma isteğim ve ihtiyacım ağır basmıştı.

---

Herkes içten içe bilir ki, dinler inanılır şeyler değildir. Fakat insanlar acı gerçeklerle yüzleşmek istemez. Çünkü gerçekler ilk bakışta dayanılır gibi değildir. Bu yüzden insanlar dinlere inanır gibi yaparlar. İnanmaya çalışırlar. İnanmak isterler. Ama kimse beceremez bunları. Kimse dinlere inanmaz. Peki etrafta inançlı olduğunu iddia eden bunca insan yalan mı söylüyor? Hayır. Ama yanılıyorlar. Bu yanılgı kolaylıkla açıklanabilir türdendir: Eğer sözüne güvendiğimiz bir kimse (hatta güvenmediğimiz biri de olabilir) bir kurt sürüsünün açlıktan şehre indiğini, insanlara saldırdığını ve şu anda birkaç sokak ötede olduğunu söylerse o sokağa yaklaşmamak için elimizden geleni yaparız. Ama inanılan dinin peygamberi ve tanrısı namaz kılmamanın büyük azaplara yol açacağını buyurduklarında dine inandığını iddia eden insanlar namaz kılmamaya devam ediyorlar. Ne peygambere ne tanrıya ne de dine inanıyorlar. Bu açıklamayı ilk başta safsata gibi değerlendirebilirsiniz. Örneğin; “Ders çalışmak da bizler için birçok fayda sağlayacaktır ve çalışmamanın birçok zararı olacaktır ama yine de bazen ders çalışmayız” diyebilirsiniz. Bu noktada, daha derinlere indiğinizde ders çalış(a)madığınız zamanlarda, aslında ders çalışmanın sizin için faydalı olacağını düşünmediğinizi fark edersiniz.

Sözün kısası, bazen gerçekler canımızı acıtabiliyor veya yalanların tadı çok lezzetli olabiliyor. İnsan bazen bir şeylere inanmak isteyebiliyor. İnanmaya ihtiyaç duyabiliyor. Bu inançlarına da en ufak bir fiske vurulmasına tahammül edemiyor. İnançlarına ters düşen eylem ve söylemlere hiddetle karşı çıkıyor. İnançlarının yıkılmasından en çok korkanlar en büyük tepkiyi veriyor. Kimse kötü niyetinden değil aslında. Herkes acizliğinden, güçsüzlüğünden yapıyor bunları. Dolayısıyla herkesi anlıyor, kimseye kızmıyorum.

Ben, bir yalana inanma ihtiyacım için 1600 tl verdim. Mühim değil. 6000 tl’yi de verirdim. O kızın güzel gözlerinin hayali buna değerdi. Peki başka birilerinin başka yalanlara inanma ihtiyacının karşılanması için güzel gülüşlü Mehsa’nın can vermesi buna değer miydi?

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder