29 Eylül 2024

Sevgi üzerine

Uyarı: Bu metinde Feridüttin Attar’ın edebi eseri “Mantıku’t-Tayr” ve Çağan Irmak’ın filmi “Issız Adam”ın içeriğine dair birçok bilgi paylaşılmıştır.

Çoğu zaman uygulayamasak da bir konu üzerine düşünsel bir perspektiften konuşurken, öncelikle ilgili kavramların tanımlanması ya da daha doğrusu tanımlamaya çalışılması, herkesin zihninde aynı karşılıklara gelen şeylerden bahsedilmesi bakımından önemlidir. Bir kavramın, net bir tanımının yapılabilmesinin mümkünatı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, tanım yapılabilmesi için şüphesiz ciddi bir çalışma yapılmalı ve düşünsel çaba sarf edilmelidir. Bu bağlamda yazıda, sevgiyi tanımlamaktan daha çok, tanımlamaya yaklaşmanın ve konu üzerine yazı aracılığıyla hasbihal etmenin amaçlandığını söyleyebiliriz.

Sevgi nedir?

Acaba sevgi ya da sevmek İbrahim Tatlıses’in seslendirdiği bir şarkıda geçtiği gibi en güzel duygu mudur? En güzeli bir yana sevgi bir duygu mudur? Genellikle biz insanların zihninde sevgi, şansın bize güldüğü anlarda hayatımıza şöyle bir uğrayıp vakti geldiğinde müsaade istemeden kalkan bir misafir gibidir. Bizler bu misafirin içimizdeki tezahürünü genelde olumlu duygular olarak deneyimleriz. Şarkının söz yazarı da deneyimlediği bu duyguların etkisiyle sevmeye, “en güzel duygudur” demiş gibi görünüyor. Ama sevgi ya da sevmek bir duygu değildir. Çünkü duygular, durumlar karşısında vermiş olduğumuz hissi birer reaksiyondur. Sevgi ise bir reaksiyondan daha çok bir karar alarak (genellikle) gerçekleştirilen eylemlerden oluşur.

Peki tam olarak nedir sevgi?

Bunun üzerine farklı tanımlamalar mevcut. Örneğin, bazı dinlerde merkeze tanrıyı koyarak bir tanım yapılmaya çalışılır. Fakat biz bu yazıda öncelikle bir kavram olarak sevgi ve Erich Fromm'un tarif ettiği “ideal” sevgi üzerine bir bahisten yola çıkacağız. Sevgiyi; yormadan, sıkmadan, kırmadan, incitmeden, sahiplenmeden, herhangi bir karşılık beklemeden, yargılamadan, anlayışla, ilgiyle, değer vererek, özen göstererek, önemseyerek; karşıdakinin iyiliğini, yararını (Neyin yararlı olduğu ayrı bir tartışma konusudur) ve gelişimini isteyip; bu doğrultuda yapılan aktif eylemler bütünü olarak açıklayabiliriz. Aşkı da bu sevginin en yoğun ve insanın ruhunu tümüyle ele geçirmiş hali olarak düşünebiliriz. Aşk kelimesi zaten “aşeka” kelimesinden geliyor. Aşeka, Arapça’da sarmaşık demek. Şimdi bu sevgi tanımını biraz daha detaylandırıp açmaya çalışalım.

---

Karşılık beklemeden seveceğiz dedik. Bu ne demek? Platon bunu tartışanlardan biri olmuştur. Örneğin, birini sevdiğimizde onun da bizi sevmesini istiyorsak, sevgiyi al gülüm ver gülüm olayına çeviriyorsak; bu sevgi değil bir ticaret, bir alışveriş olur. Bu yüzden Platon, sevgide karşılıksızlık ilkesini savunur. Hatta platonik aşk ifadesi de buradan geliyor. Fakat bu ifade günümüzde farklı bir anlamı karşılaması maksadıyla kullanılır. İnsanlar platonik aşk ifadesini, ben onu seviyorum "ama" o beni sevmiyor diyerek üzüntülerini aktarmak için; sanki bir nevi kara sevdayı anlatmak için kullanırlar. Oysa platonik aşk, maddi bir karşılık beklemeden sevmeyi, ideal sevgiyi bize anlatır ve böyle bir hayal kırıklığını betimleme amacı taşımaz.

Birini sevdiğimizde, kendisine ilgimizi, vaktimizi, düşüncemizi ayırıp ona karşı verici davrandığımızda bu beklentisizlik halinin bazı avantajları vardır. Bunlardan biri bizi hayal kırıklığından; yani kırılmaktan ve incinmekten korumasıdır. Çünkü bilirsiniz ki biz bir elmayı sevdik diye onun da bizi seveceğinin bir garantisi yoktur. Bu beklentisizlik ikinci etapta bizi nefretten ve onun sırtımıza yükleyeceği yükten de korur. Çünkü biri sevgimize karşılık vermedi ve bunun sonucunda hayal kırıklığına uğradıysak ona karşı öfkelenip nefret duymaya başlayabiliriz. İnsan çok üzüldüğünde, korktuğunda ya da öfkelendiğinde, başka bir ifadeyle bir yara aldığında, canı yandığında nefrete yakalanma ihtimali söz konusu olur.

Birinden nefret ettiğimiz zaman, birine kin duyduğumuz zaman ona zarar vermek isteriz. Ya da onun bir şekilde zarar görmesini isteriz (Bu bağlamda nefrete sevginin zıttı diyebiliriz.). Nefretin sonucunda kişi adalet düşüncesiyle bir ödeşme isteği duyarak ya da karşı tarafa da benzer bir acı yaşattığında kendi acısının dineceği veya hafifleyeceği hissiyatıyla intikam peşinde koşabilir. Aklın perspektifinden baktığımızda intikam almak gereksiz bir çabadır. Çünkü intikam alındığında kişinin yaşadıkları silinmiş olmayacaktır. Üstüne üstlük intikam alacağım derken kişi zaman ve emek harcamaya devam ederek kaybının boyutunu daha da büyütmüş olacaktır.

Toparlayacak olursak birini severken beklentisiz olmamız; yani “platonik olmamız” bizi kısa vadede kırılmaktan ve incinmekten korur. Uzun vadede de nefretten ve intikam peşinde koşmaktan koruyabilir.

Nefretle ilgili birkaç konuya da daha değinilebilir. Bunlardan biri, insanların en yakınındakilere sonradan büyük bir nefret duymalarının sık rastlanan bir durum olmasıdır. Dışardaki insanlara karşı zaten korunaklıyızdır, gardımız biraz daha yukarıdadır. Fakat yakınımızdakilere belli bir derecede güvenmiş ve güvenimizle doğru orantılı olarak onlara teslim olmuşuzdur. Bunun sonucunda da onlar tarafından yara almaya, hatta sırtımızdan vurulmaya daha açık bir hale gelmişizdir. Dolayısıyla “bu açıdan bakıldığında”, onların ileride bir gün bizler için nefret objesi olma ihtimali, uzağımızda olan insanlara göre daha yüksektir.

---

Ayrıca günlük hayatımızdaki problemlerimizin büyük bir kısmı öteki ile olan ilişkilerimizden kaynaklanır. Bunun böyle olmasının temel sebeplerinden biri de biz insanların zihninin kar-zarar hesabıyla çalışması, dolayısıyla ödeşme mantığıyla hareket etmemiz ve kaçınılmaz olarak nefret duymaya yatkın hale gelmemizdir. Bu durum ilişkilerimizi bir nevi kan davalarına dönüştürür ve bizi sorunlarımızı çözmekten alıkoyar. Misal, trafikte bize küfreden birine biz de ödeşme mantığıyla cevap verirsek durumu bir çıkmaza doğru sürükler ve kavgayı büyümeye iteriz. Kısaca nefreti nefretle çözemeyiz. Ödeşme duygusu da evrimsel süreçte genetiğimize yerleşmiştir ve son derece ilkeldir. Hatta bu ödeşme duygusunu en bariz bir şekilde çocuklarda görürüz. “Bana vurdu” diyerek o da arkadaşına vurur. Oysa bunlar rasyonel değildir. Ödeşme mantığının çocuksuluğu ve beklentisizlik ile ilgili Türk kültürüne dair Yunus Emre'den bir örnek verebiliriz. Yunus bunu çok basit gibi görünen ama basit olmayan bir dille (Lise edebiyatından bilirsiniz ki “sehl-i mümteni” diye bir söz sanatı vardır.) bize aktarmıştır. Dörtlük şöyledir;

Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın

İlk iki dizede gayet açık bir dille ödeşme mantığını reddediyor. Üçüncü dizede de derviş gönülsüz gerek derken, hiçbir şeye gönül koymamanın, hiçbir şeyden veya kimseden beklentiye girmemenin gerekliliğinden söz ediyor. Çünkü İslam geleneğinde, özellikle tasavvufun bolca işlediği üzere, “kalp yalnızca Allah'a bağlanmalıdır” düşüncesi hakimdir. “Rızkı veren Allah'tır” düşüncesinde olduğu gibi; kişi bir beklentiye girecek olursa, bu yalnızca Allah'tan olmalıdır.

---

Ödeşme mantığının rasyonel olmamasına rağmen biz insanlar tarafından sıklıkla kullanılıyor olmasına şaşırmamak gerekir. Bir zamanlar Stanford Üniversitesinde(?) bir araştırma yapılmış ve insanların %9 oranında rasyonel kararlar aldığı sonucuna ulaşılmış. Araştırmada rasyonalitenin ölçütlerinin nasıl belirlendiğini hatırlayamıyorum fakat ulaşılan sonuç epey beklendik duruyor. Toplumun herhangi bir kesimine baktığımızda rasyonaliteyle çelişen nefret olgusunun oldukça yaygın olduğunu görmemizin temel sebeplerinden biri, insanların akıllarından ve mantıklarından daha çok ilkel duygularıyla hareket etmeleridir diye bir varsayımda bulunabiliriz. Mesela bir adamın huysuz bir ortağı var ve bu ortağı diyelim ki bir konudan dolayı kendisine bağırdı, çağırdı. Adamın bu durum karşısında ilk olarak öfke hissetmesi doğal ve insani bir tepki olarak yorumlanabilir. Eğer bu öfkesinin, bu duygusunun peşine düşüp o doğrultuda bir tepki verirse sorun çözülmekten uzak olmaya devam edecek ve belki de kavgaya kadar ilerleyecektir. O anda adamımız rasyonel davranırsa olayı çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Ama adam ortağına değer veriyorsa, onu seviyorsa onun öfkesini anlayıp ona göre davranacaktır. Bu noktada da ideal sevginin bir diğer koşulu olan anlayışlı olma şartına geliyoruz. Anlayışlı olmaktan kasıt, karşıdakini yargılamamak, onu yaptığı bir hatadan dolayı veya herhangi bir özelliğinden dolayı suçlamamak, onu olduğu haliyle tam olarak kabul edebilmek ve onun ne demek istediğini, ne yapmak istediğini kavradığımızı ona gösterebilmektir. Bunlarla ilgili olarak, üniversitelerdeki psikoloji ve onunla ilgili bölümlerde ilk baştaki teorik derslerden sonra, öğrencilere ilk öğretilenlerden biri de danışanı koşulsuz kabul etme ilkesidir (Pek de öğretildiği sayılmaz.). İşte bu koşulsuz kabulün sağlanabilmesi için gerekli olan şey kişinin yüksek bir anlayışa sahip olmasıdır. Bunun için de kişinin, gerektiğinde kendi düşünce kalıplarından sıyrılabilen, gerektiğinde kendi hayat görüşünü ve bakış açısını paranteze alabilen, açık görüşlü, esneyebilme becerisi olan biri olması gerekir. Kişi, bunu yapamadığı takdirde, kendisiyle asla tamamen aynı olmayan ötekine karşı, tam bir anlayış sunamaz. Dolayısıyla onu koşulsuz bir şekilde kabul etmiş de olmaz. Bu durumda bahsettiğimiz ideal sevgiyi karşısındakine sunmamış ya da sunamamış olur.

Genel olarak anlayışlı olmanın, daha doğrusu anlamanın, anlıyor olmanın bizi gereksiz öfkelerden korumak gibi olumlu bir tarafı vardır. Nasıl? Mesela sınıfta sürekli yaramazlık yapan bir çocuk var. O çocuğun neden yaramazlık yapıyor olabileceği, bunun sebebinin ne olabileceği ile ilgilenmeyen bir öğretmen o çocuğu kızarak susturur. Bu kolay olandır. Fakat o çocuğun neden yaramazlık yapıyor olabileceğini düşünen bir öğretmen, o çocuğu anlamaya çalışan ve sonrasında anlayan öğretmen, o çocuğun evinde ailesi tarafından ihmal edildiği için okulda yaramazlık yaparak görülme ihtiyacını karşılamaya çalıştığı; ya da üstün zekalı olduğu için ona göre basit olan derslerde sıkıldığından yaramazlık yaptığı sonucuna ulaşabilir. Bu durum öğretmeni, belki hem çözüme yaklaştırmış olur hem de gereksiz yere öfkelenerek olumsuz bir duyguyu deneyimlemekten kurtarır. Zaten bizler de anlayışı yüksek olan insanların; anlayışlı insanların öfkeyle bir anda parladıklarına pek fazla şahit olmayız. Fakat her şeyi anlamak da kişi için bazen yorucu olabilir. Suç ve Ceza'da Dostoyevski'nin şöyle bir cümlesi vardır, “Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek!”. Neden böyle diyor? Çünkü, karşımızdakini anladığımız zaman o yaramaz çocuğa kızıp, bağırıp, çağırıp konuyu kolayca kapatmak içimizden gelmez.

---

Diyelim ki biz, anlayışı ve anlama kabiliyeti yüksek biriyiz ve bunu başka birine sunuyoruz; ona karşı anlayışla yaklaşıyoruz (Burada kastedilen hoşgörü değildir.). Bunun doğal sonucu olarak, karşımızdaki kişi anlaşıldığını hissedecektir. Bu durum onu oldukça memnun edecektir, çünkü o anda görüldüğünü ve var olduğunu daha yoğun ve daha derinden hissedecektir. "Yaşıyormuşum ben be!" diyecek ve “dünya varmış, hayat güzelmiş” diyerek anlık olarak bir yaşama sevinciyle dolacaktır. Peki neden böyle olacaktır? Çünkü, aslında hepimiz görülmek, aynalanmak, varlığımızı hissetmek isteriz. Bizim dışımızda bir başkası tarafından fark edilmek isteriz. Hatta muhtemelen aynı istekten dolayı Dostoyevski, Budala romanında; "Hiç olmazsa tek bir insanla, sanki kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum" der. Dostoyevski'nin yahut romandaki karakterin bu cümlesinden, kendisini anlayacak biriyle konuşmak istediğini, anlaşılmak istediğini anlayabiliriz.

İnsanın başkaları tarafından görülme isteğinin sebebinin ne olduğu ile ilgili yapılan yorumlardan biri, insanın yalnız kalma becerisinin yeterince gelişmemiş olması, asla kaçamayacağı daimî yalnızlığıyla barışmamış olmasıdır. Hatta sanıyorum Schopenhauer'in bu konuyla ilgili esprili bir tespiti var; "İnsanın başına ne gelirse, evde tek başına oturamadığından gelir." minvalinde bir cümle kuruyor. İnsanın görülme isteğine dair yapılan bir başka yorum da insanın sosyal bir varlık olmasıdır. Geçmiş dönemlerde atalarımızın hayatta kalabilmeleri için topluluğa dahil olmaları gerekiyordu. Dolayısıyla atalarımız başkalarına ihtiyaç duyuyorlardı. Bu durum bizim genetiğimize işledi ve şimdi de devamlı olarak etrafımızda birileri olduğunu, ilişki içinde olduğumuzu, onlar tarafından kabul gördüğümüzü görmek istiyoruz. Konuyla ilgili başka yorumlar da var fakat şimdilik değinmemiz gerekmiyor.

---

Bazı durumlarda öfkelenmiş insanların aslında anlaşılmak istediklerini söyleyebiliriz. İnsanların hararetli tartışmalara girmelerinin ve bunu seslerini yükselte yükselte, birbirlerini bastırmaya çalışarak sürdürmelerinin sebebi de anlaşıldıklarını hissetmemeleridir. Öfkelenmiş bir insana onu anladığımızı hissettirecek birkaç cümle kurduğumuzda genellikle hızla sakinleştiğini görürüz.

Psikolojide de danışana anlaşıldığını hissettirme maksadıyla yansıtma diye bir teknik kullanılır. Bu teknik kendi içinde duygu yansıtması, içerik yansıtması ve ikisinin birlikte yapıldığı birleşik yansıtma olmak üzere üçe ayrılır. Örneğin danışan, sevgilisinin kendisine hakaret ettiğini anlatıyorsa ve biz de danışanın buna üzüldüğünü anlıyorsak ona "üzülmüşsün" diyerek duygu yansıtması yapmış oluruz. Böylelikle danışan anlaşıldığını hisseder ve danışmanla arasındaki bağ yavaş yavaş güçlenir. Sonrasında danışan kendini daha çok açmaya başlar. Bir hocamın, bizim yansıtmalarımız sonucunda danışan “Evet, aynen” dediğinde “işin yüzde ellisi bitmiştir” dediğini hatırlıyorum. Eğer psikolog ya da psikiyatrist danışana anlaşıldığını hissettiremezse onun mesleğinde kötü olduğunu söyleyebiliriz. Peki üniversitelerde bu bağlamda iyi psikologlar yetişiyor mu? Üniversitede üçüncü sınıftayken bir dersimizde, dersi veren profesörümüz sordu: "Ben danışanıma anlayışla, onu yargılamadan, koşulsuz bir kabulle yaklaşırım diyen kimler var?" Sınıfımız 90 kişi civarıydı. Herkes “Ben bunu yaparım” demişti. Ardından öğretmenimiz “Ben bir tecavüzcüye ya da katile karşı da bunu yapabilirim diyen kimler var?” diye sordu. Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3-5 kişi “Ben bunu yapabilirim” demişti.

---

İdeal sevginin gerekliliklerinden bir diğeri de sahiplenmemek diyebiliriz. Biz insanlar olarak kendimizde, sahibi olduğumuz bir varlığın üzerinde söz söyleme ve yönetme hakkı görürüz. Böyle bir durumda karşımızdaki eğer bir insansa onun bireyselliğini tanımayıp, özgürlüğünü kısıtlamış oluruz. Ahval böyleyken de onu sevdiğimizi söyleyemeyiz. Bizim toplumumuzda bunun en büyük örneklerinden biri, ebeveynlerin çocuklarını sevdikleri iddiasıyla onları sahiplenerek onlar adına karar vermeleri, kimi zaman onların bireyselliklerini yok sayarcasına özgürlüklerine müdahil olmalarıdır.

---

Yine ideal sevginin bir başka şartı da ilgidir diyebiliriz. Buna da çok basit bir şekilde, bir annenin çocuğuna karşı umursamaz bir tavır takındığını, onunla pek ilgilenmediğini görürsek, çocuğunu sevmediğini söyleyebileceğimizi örnek gösterebiliriz. Bu arada ilginin merakla sıkı bir ilişkisi vardır. Ama şimdilik üzerinde durmayacağız.

---

Bir diğer koşul da değer vermek. Değer vermediğimiz, değerli görmediğimiz bir varlığı yeterince önemsemeyiz. Ona karşı yaklaşımımızda hassasiyet kaygısını pek fazla gütmeyiz. Onunla yeterince ilgilenmeyiz. Dolayısıyla onu sevdiğimizden söz edemeyiz. Bu değer konusuyla ilgili olarak da edebiyattan bir örnek verebiliriz. Yine lise edebiyatından hatırlayacağımız Feridüttin Attar diye bir adam vardır. Onun Mantıku’t-Tayr diye bir eseri vardır. Doğru mu bilmiyorum; “Kuş dili” diye çevrilmiştir. Yanlış hatırlamıyorsam konusu şuydu; bir gün Simurg kuşu gökte uçarken kanadından bir tüy düşer. Simurg o kadar güzel, o kadar mükemmel bir kuştur ki, diğer kuşlar onun kanadından düşen tüye âşık olurlar. Ve Simurg'u aramak için bir yolculuğa çıkarlar. Feridüttin Attar bir mutasavvıf. Dolayısıyla Simurg kuşu burada Tanrı'yı, Allah'ı simgeliyor. Peki konumuzla ilişkisi ne? Tanrı bizi sevdi, bizi bir kere yoktan var ederek, yaratarak bize büyük bir değer biçti. Tanrı bizi o kadar güzel sevdi, bize o kadar güzel değer verdi ki, biz aslında hep onun bize verdiği değeri ararız. Dolayısıyla Simurg'u, yani Tanrı'yı ararız. Tanrı'nın bize vermiş olduğu değeri genelde dünyevi ilişkilerimizde ararız. Fakat bulamayız. Çünkü Attar'a göre hiçbir insan bizi, Tanrı gibi Allah gibi Simurg gibi sevemez. Bu yüzden Attar aslında istediğimiz değeri gerçek değerimizi ancak Tanrı'da bulabileceğimizi ve yüzümüzü tamamen O'na dönmemiz gerektiğini söyler.

Attar'ın bu hikayesi ve hikâyede bize söylemek istedikleri, Müslümanların kutsal kitabında bir ayet olan, "Kalpler yalnızca Allah'ı anarak mutmain olur, tatmin olur" cümlesiyle paraleldir. İnsanın bir şeyi kolayca beğenir yapıda olmaması, müşkülpesent olması dini düşüncede böyle açıklanır. Yani insan Simurg'u gördü. En güzelini gördü. Dolayısıyla dünyadaki hiçbir güzellik karşısında tam olarak tatmin olamayacak. Tabii ki din, insanın müşkülpesent oluşunu, Tanrı'nın yolunda olma ve ona doğru yürüme bakımından olumlu olarak değerlendirir. Tanrı'nın insana en çok değer veren olmasıyla ilgili şunu da ekleyebiliriz. Bir rivayete göre İslam Peygamberi herhangi biriyle el sıkışırken, karşısındaki kişinin elini tam olarak sıkarmış ve o konuşurken gözüne tam olarak bakarmış. Böyle yapmasının sebebinin, Tanrı'nın insana ne kadar değer verdiğini yani insanın ne kadar değerli olduğunu biliyor olmasından kaynaklandığı söylenir. Tabi bu gerçekte de böyle midir diye ayrıca tartışılabilir. İnanan insanlar muhakkak böyle kabul edeceklerdir. İnanmayanlar daha farklı düşünüyor olabilirler.

---

En başta sevgiyi tanımlarken aktif eylemler bütünüdür demiştik. Burada ne demek istedik? Ne demek istediğimizi; "Sevgim acıyor" şiirini de yazmış olan Turgut Uyar'dan bir alıntıyla açıklayabiliriz. Şair diyor ki; “Gösterilmeyen sevginin benim için bir gram değeri yoktur. Belki şu duvar da beni seviyordur ama haberim yok”. Turgut Uyar’ın bu sözlerinden hareketle, muhatabına fark ettirilmeyen sevginin, sevgi olmadığını söyleyebiliriz. Sevmek, aktif bir eylemdir derken tam olarak bunu kastediyoruz. Toplumumuzda özellikle bazı babaların bu konuda kendilerini biraz daha geliştirmeleri gerektiğinden bahsedebiliriz. Klasik Anadolu aile yapısında babalar kendini genel olarak "Evet, ben sevgimi gösteremiyorum, ama içimden seviyorum" diyerek savunurlar. Ama tam bir sevgiden bahsedebilmemiz için muhatabımızın bundan haberdar olması, ona iyi gelmesi gerekiyor. Peki insanlar sevgisini gösterirken neden zorlanıyor, ne oluyor da birine "seni seviyorum" demek istediklerinde boğazları düğümleniyor ve o iki kelime ağızlarından bir türlü çıkmıyor? Bunun en büyük sebebi güçsüzlüklerimiz, korkularımız, utangaçlığımız ve çekingenliğimiz. Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz; çünkü karşılık görememekten korkuyoruz. Bazen kaybetmekten korkuyoruz. Bazen karşılık alamadığımızda ezik duruma düşeceğimizi düşünüyoruz ve bu ihtimalden korkuyoruz. Bazense kullanılmaktan, suistimal edilmekten korkuyoruz. İşin içine bu korkular giriyor ve birini tam olarak sevmemize engel oluyor. Yani birini sevebilmemiz için ya bu tür korkularımız olmayacak, korkusuz olacağız; ya da korkularımızın üzerine gidebilecek kadar cesaretimiz olacak. Demek oluyor ki sınıfındaki veya iş yerindeki bir hanımefendiden hoşlanan bir genç, ne kadar heyecanlanırsa heyecanlansın, ayakları ne kadar geri giderse gitsin, eğer seviyorsa gidecek ve o hanımefendiyle ilgilenecek, sözleriyle, davranışlarıyla o hanımefendiye sevgisini haykıracaktır.

Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz. Çünkü utanıyoruz, çekiniyoruz. Utanıyoruz, çünkü kendimize yeterince güvenmiyoruz. Kendimize güvenmiyoruz demek özgüvenimiz yok demek. Bu kendine güvensizlik özgüvensizlik de kendimizi değerli olarak görmeyişimizden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Kendimizi değerli görmeyişimiz de genelde çocukluğumuzla ilgilidir. Psikologlar, 0-6 yaş döneminde kişiliğimizin temellerinin atıldığını, zihnimizdeki şemaların ve bağlanma örüntülerimizin, ilişki kurma biçimlerimizin önemli derecede oluştuğunu söylüyorlar. Yani küçüklüğünde ailesi tarafından yeterince onaylanmamış, duygusal ihtiyaçları karşılanmamış insanlar belki de farkında olmadan içten içe değersiz olduklarını hissediyorlar. Sonra ego, bir savunma mekanizması olarak hayatta kalabilmek adına; bu aşağılık, değersizlik durumunu bir komplekse dönüştürüyor. Bunun sonucunda narsizm dediğimiz olgu ortaya çıkıyor. Kişi o aşağılık duygusunu bastırabilmek için gereksiz yere böbürleniyor, kibirleniyor. Etrafına ve özellikle de kendisine değerli olduğunu gösterebilmek; kanıtlayabilmek adına kendisini övüyor ya da bazen diğer insanları küçülterek kendisini yukarı çıkarmaya çalışıyor. Böyle bir insanın başkasını bahsettiğimiz şekilde sevmesinden söz etmek çok zordur. Çünkü kişi daha kendisini bile sevemiyordur. Bazıları, narsistlerin kendilerini çok sevdiklerini söylerken ifade hatası yapıyorlar. Narsist bir birey yüzeyde, kendisini çok seviyor gibi görünse de aslında kendisini hiç sevmiyordur. Çünkü çok değersiz olduğunu düşünüyordur.

“Erkek adam sert olur” gibi inanışların ve geleneğin yadsınamaz etkisiyle olsa gerek, içinde yaşadığımız toplumda özgüvensizliğin, öz değersizliğin; bunların sonucu olarak da narsizmin oldukça yaygın olduğunu ve özellikle de erkekler arasında yaygın olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin, okulda birine iltifat ettiğimde birçok kişinin “teşekkür ederim” deyip iltifatı karşılamak yerine utandığına şahit oldum. Bu tamamen kendine güvenmemekle alakalı bir durum diye düşünüyorum.

Batı toplumlarında bireyselcilik bize göre daha yoğun olduğu için özgüven konusunda da bizden daha iyi olabilirler. İzlediklerim ve gördüğüm bazı örnekler bunu doğruluyor.

---

Gündelik hayatta birçok kişinin sevilmemekten yakındığını, kimsenin kendisini doğru düzgün sevmediğini söylediğini görmüşüzdür. Sosyal medyada, şöyle sevilmedik böyle sevilmedik diyerek derdini anlatmak amacıyla açılmış bazı edebiyat sayfalarının varlığına bile şahitlik ediyoruz. Özgüvensizliğin, öz değersizliğin, narsizmin ve bunların sonucu olarak sevgisizliğin yaygın olduğu yerlerde insanların sevilmemekten yakınmaları beklendik bir sonuç gibi duruyor.

---

Üzerine düşündüğümüzde sevmenin çok kolay bir faaliyet olmadığını görüyoruz. Erich Fromm da bu zorluktan dolayı sevmeyi bir sanat olarak görüyor ve üzerinde ustalaşmadan bu sanatın doğru düzgün icra edilemeyeceğini düşünüyor. Diğer sanatlarda olduğu gibi sevme sanatında da teorik ve pratik olmak üzere iki aşama olduğundan söz ediyor. Teorik kısmı halledebilmemiz için belki de her birimizin sevgi ve sevmek üzerine daha çok düşünmesi gerekiyor. Doğru bildiğimiz yanlışları fark edip bunlardan kendimizi arındırmamız gerekiyor olabilir. Birçoğumuzun sıklıkla yaptığı bir hata vardır. Sevmek kelimesini yanlış kullanıyoruz. Mesela tavuğu sevdiğimizi söyleriz. Ama aslında biz tavuk eti yemekten zevk alıyoruzdur. Tavuğu sevseydik belki de onu kesip yemememiz gerekirdi. Bir şeyi sevdiğini söylemek aslında büyük bir iddiadır. Çünkü bahsettiğimiz anlayışlı olma, karşılık beklememe, ilgilenme vs. koşullarını gerçekleştirmek gerçekten zordur. Bir şeyi sevdiğimizden söz ederken çoğunlukla ve muhtemelen, farkında olmadan yalan söylemiş oluruz. Örneğin, “güzel” kelimesi de, sevgi kelimesi gibi genelde asıl anlamıyla kullanılmaz. Güzel, “gözel”den gelir. Gözel, “göze el veren” demektir. Yani görsellikle ilgilidir. “Bu kadın güzelmiş” dediğimizde kelimeyi asıl anlamında kullanmış oluruz, ama “bu çorba güzelmiş” derken çorbanın görünüşünü değil de tadını kastediyorsak kelimeyi asıl anlamında kullanmış olmayız. Onun yerine bu çorba lezzetliymiş diyebiliriz. Dilimizde bu şekilde kullandığımız daha birçok kelime bulabiliriz.

---

Sevginin en çok karıştırıldığı şeylerden biri de birine yakınlık duymak, ona yakın hissetmek veya bağlanmaktır. Böyle bir durumda biz genellikle yakınlık duyduğumuz muhatabımız tarafından sevilmişizdir ve zaten bunun sonucunda, ona karşı bir yakınlık oluşmuştur. Biz onu henüz sevmemiş olabiliriz ve genellikle sevmemişizdir. Bunu çok iyi bir örnekle açıklayabiliriz. Çağan Irmak'ın Issız Adam” diye bir filmi vardır. Filmin başkahramanı Alper, Ada diye bir kız görür ve ondan etkilenir. Ona sevgisini sunmaya çalışır. Bunun sonucunda Ada sevildiğini hissettikçe kayıtsız kalamaz ve Alper'e karşı duygusal bir yakınlık hissetmeye başlar. Bakınız Alper'i sevmeye başlıyor değil, ona yakın hissetmeye başlıyor (İnsanların birine yakınlık duyduklarında; “seviyorum” diye dolaşmaları doğru olmayıp yanlış bir zandan ibarettir.). Sonrasında Ada, Alper'e duygusal olarak bağlanır. Fakat Alper gün geçtikçe kendisini bu ilişkide boğuluyormuş gibi hisseder ve sonunda, görünürde hiçbir sebep yokken aniden Ada'dan ayrılır. O sırada Alper de tıpkı Ada gibi durumu çözümleyemediği için ne kendisine ne de Ada'ya ayrılma nedenine dair geçerli ve mantıklı bir açıklama yapamaz. Hatta terk ederek Ada'yı üzmüş olduğu için biraz da suçluluk duyar.

Filmi izleyen herkes gibi Ada da ve hatta Alper de sonradan olmak üzere; herkes Alper'e çok kızmıştır. Ama aslında Alper sevilmediği için Ada'yı terk etmişti. Yani Alper Ada'yı seviyordu; fakat ilişkiler genel olarak karşılıklı al-ver üzerine bir dengeye oturtularak yürütüldüğünden, Ada tarafından yeterince sevilmeyince bir noktada boğulmuş hissetmeye başladı. Aslında neredeyse en başından beri hissediyordu ama bir yerde dayanamayacağı noktaya geldi ve ayrıldı. Yani aslında Alper, Ada'yı bir bakıma bir çocukmuş gibi “avutuyordu”. Ada, Alper'i sevmiyordu, sevilmenin verdiği hazzı yaşıyordu ve bunun sonucunda Alper'e yakın hissediyordu. Durum böyle olunca, Alper de tek taraflı olarak verici olduğu bu ilişkiyi sürdüremedi ve Ada’yı terk etti. Filmin sonunda Alper'in Ada'yı tekrar istemesinin sebebi de hayatında hala sevilmiyor oluşu ve yalnızlığıyla ilgiliydi. Film üzerine çok fazla konuşulabilir. Benim burada demek istediğim şu: Biri bizi sevdiğinde ona karşı bir yakınlık duyabiliriz. Fakat bu, o kişiyi sevdiğimizi söylemek için yeterli değildir. Onu sevip sevmediğimizi anlamak için, karşıdaki kişinin bize ne kadar yakın hissettiğine bakmak gerekir. Alper, Ada'ya ayrılmak istediğini söylediğinde tokadı yemişti diye hatırlıyorum. Seviyorsak tokat atmamamız gerekir. Yani Ada o an ilkel davranıp saldırganlaşmak yerine, Alper’e dönüp "N’oldu bir tanem, neden ayrılmak istiyorsun?" dese belki her şey çok farklı olacaktı. Sen o adamı sevmezsen, o adam da Oscar Wilde'ın şiirinde geçen eylemi gerçekleştirir. Ne diyordu şiirde? "Herkes öldürür sevdiğini"

Özlemek de bu konuyla ilişkilidir. İnsanlar genelde sevdiklerini özlediklerini düşünürler. Evet, bu da olabilir. Ama çoğunlukla bizi seven, kendisine yakın hissettiğimiz kişileri, daha doğrusu onların bize olan sevgisini özleriz.

---

Sevgi üzerine düşünmeye devam ettikçe, dikkatimizi çeken bütün unsurların bizi bir yere daha da ittiğini fark edecek ve o yerde, insan için bir başkasını sevmenin oldukça zahmetli, zorlayıcı, hatta imkânsız olduğunu göreceğiz. Fakat elbette bu imkansızlığın istisnası olabilir ve insan bir başkasına kavramsal karşılığı ile sevgi gösterebilir. Böyle bir durumda da seven insanın ömrü çok uzun olmayacaktır. Çünkü kişi, bir diğer insana karşı sevgi kelimesinin gerekliliklerini layıkıyla yerine getirdiği ölçüde kendinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bir başkasını sevmek bir tarafa insanın kendisini sevebilmesinin imkânı üzerine bile şüphe duyulmalıdır. Çünkü her insan, yaşamı boyunca onlarca, belki de binlerce kez kendi çıkarlarına ve gelişimine farkında olarak veya olmayarak ihanet etmiştir.

Buraya kadar düşünsel yönü daha ağır basan yazının sonuna, bir Orhan Veli şiiriyle gidelim,

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Bir gün sevmenin ve sevilmenin mümkün olduğu bir yer keşfedebilmek ümidiyle
ve dolayısıyla heyecanıyla…

 

Notlar

  • İbrahim’in şarkısı için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=WIFWfPglkoQ
  • İnternetin derinliklerinde bilgi ve görüşlerini paylaşıma açan Ekrem Demirli ve Dücane Cündioğlu gibi isimlerden izler, bu ve bundan sonraki yazılarda varlıklarını gösterebilirler.
  • Bu metin, genel hatları itibariyle 2022 yazında, bir YouTube kanalına gönderilmek üzere video çekmek amacıyla (Kanal yöneticilerini birlikte çalışmaya ikna etmek için) yazıldı. Fakat amacına ulaşamadı.

21 Eylül 2024

Yazmaya başlamak

Uzun süredir yazmayı düşünüyordum. İki ay kadar önce artık başlamam gerektiğine karar vermiştim. Fakat bir türlü başlayamıyordum. Çünkü beynim bu yazma işine bir türlü ikna olmuyordu. Aklımı da işin içine katarak düşündüğüm zaman benim için birçok getirisi olacak faydalı bir faaliyetti, kesinlikle yazmalıydım. Aklım bunun doğru olduğu kanaatindeydi. Duygular açısından bakıldığında da kesinlikle istekliydim. Ama ne yazık ki yönetim aklımda değil beynimdeydi. O, arka planda çalışmaya devam ediyor ve benim için düşünsel olarak oldukça zahmetli olan bu işe girmeye bir türlü ikna olmuyordu. Bunun doğal sonucu olarak da erteleme eğiliminde oluyordum. Geçenlerde beynime isyan girişiminde bulundum. Yazma amacıyla, eski bir traktör motorunun gürültülü bir sesle çalışmasına benzer bir şekilde zihnimdeki soyut çarkların devinimini sağladım ve yazacağım konuya (çok önceden belliydi) nasıl giriş yapacağımı düşünmeye başladım. İlk olarak, “Yeryüzündeki tüm insanların belirli münferit amaçları doğrultusunda hareket ettiklerini” anlatma maksadı taşıyan bir cümle ile konuya girecektim. Fakat bu cümleyi doğru bir şekilde aktarmak benim için epey zordu. Cümlenin öznesini sadece insanlarla mı sınırlamalıydım(?) Canlılar da bu şekilde hareket etmezler miydi(?) Ayrıca canlılar derken neyi kastediyorduk, bunun net bir tanımını kolayca yapabilir miydik(?) Hatta belki tüm varlık alemi de bu doğrultuda varlıklarını sürdürüyor olabilirler miydi(?) Peki delilere ya da farkında olmadan yapılan davranışlar üzerine, bu konu içerisinde nasıl bir parantez açılmalıydı, vs. vs. Daha yazacağım ilk cümlede birçok soru zihnime hücum etmişti. Bütün bu soruları cevaplamaya kalksam çok zaman kaybedecektim ve cevapladıkça daha da derinlere inmem gerekecekti.

Bu konuda biraz titizlendiğimin farkındaydım. Fakat ortaya çıkacak ürünün doğruluğu bakımından değerli olmasını istiyordum. Derinlerde boğulmamak için yazıya içinde bulunduğum çelişkili durumdan ve bu durumun sebebinden bahsederek girdim. Yazmaya başladıktan sonra düşünceleri kağıda dökmenin de zahmetli bir iş olduğunu hatırladım. Birkaç cümle yazdıktan sonra beynim, üstünlüğü tekrar ele aldı ve yazıya daha sonra devam etme kararında kendisiyle* anlaştık.

---

Biraz önce yazmak için tekrar işe koyuldum. Sandalyeye oturdum ve masanın üzerindeki laptopu açtım. Daha önce yazdığım cümleleri, devamını getirmek için hatırlamak amacıyla okudum. Bilinmezlerle konuya girmiş olmamdan dolayı ve daha çok bu bilinmezlikler içinde kurduğum cümlenin yanlışlarla dolu olma olasılığından dolayı rahatsız oldum. Yazdıklarıma netlik kazandırmak amacıyla konu üzerine tekrar düşünmeye başladım. Tekrar derinlerde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldım. Tehlikeliydi, çünkü her sorunun peşinden gidecek olursam kendimi bir bataklığa saplanmış ve yazıyı tamamlayamamış bir halde bulma ihtimalim yüksekti. Oysa paylaşılmaya değer olduğunu düşündüğüm fikirlerim vardı.

O sırada, anlatımımdaki içtenliğe katkıda bulunacağını düşündürmesi hasebiyle tekrar içinde bulunduğum durumu yazarak devam etmeye karar verdim ve yazdıklarımı okudukça durumumun, önce dikkatimi sonra ilgimi çektiğini görüyorum. Şu ana kadarki cümlelerime bakınca, hakiki bir söz yazmanın veya söylemenin aslında hiç de kolay olmadığını anlıyorum. Peki doğru olmak bu kadar zorken neden bu kadar çok konuşuyoruz(?) Söylediklerimizin tamamı doğru mu, yoksa doğruyu söylediğimize mi inanıyoruz(?) Ya da doğru söz söylemeye dair bir gayret içinde değil miyiz(?) Belki de sadece bu konu üzerine hiç düşünmedik bile, düşünmeden konuşuyor ve durumun farkında değilizdir(?)

Sen sevgili okur? Sen de çok konuşur musun? Söylediklerin genelde yalan ve yanlış malumatlardan mı oluşur? Aklından geçenleri hemen söyler misin? Yoksa sözlerin düşünce süzgecinden geçip ağzından kelime olarak çıkmayı hak eder mi?

---

Öfkeye teslim olup onun yönlendirmeleri doğrultusunda davranmak veya acılar karşısında sızlanmak, inlemek gibi konuşma eyleminin de içinde barınan şehvete gizli (pek de gizli olduğu söylenemez fakat birçokları ilk bakışta bunu fark edemeyebilir) bir haz eşlik eder. İnsanları dikkatle incelediğimizde, çok konuşmalarının altında, farkında olarak veya genellikle olmayarak bu hazzın peşinde olduklarını görürüz. Bunun ardından fark edeceğimiz ilk husus bu konuşmaların muhtevasının, genellikle doğrudan veya dolaylı olarak (çoğu zaman pek de dolaylı olmaz) kendinden bahsetme üzerine olduğudur. Buradan konuşmadaki hazzın kendinden söz etmekle ilişkili olduğuna dair bir varsayımda, hatta daha ileri giderek açık bir çıkarımda bulunabiliriz.

Bir zamanlar Harvard Üniversitesinde yapılan bir araştırma haberlerde yer edinmiş.** Bulgular, insanların yemek yerken ve seks yaparken yaşadıkları zevkin bir benzerini kendilerinden bahsederken de deneyimledikleri yönünde olmuş. Araştırmanın hangi yöntemlerle ve değerlendirme kriterleriyle yapıldığını bilmeden Harvard’taki bilim insanlarına güvenecek olursak, elde ettikleri sonuçların az önce bahsettiğimiz iddiaları destekler nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Bu iddiaları gündelik hayatta test etmek oldukça basittir. Bir insanla iletişim kurarken, onu samimiyetle ve anlayışla dinlersek, karşımızdaki de bunu hissederse (çoğu zaman), veya anlarsa (bazen) muhtemelen daha çok konuşmaya başlayacaktır. Aynı zamanda kendinden daha çok bahsedecektir. Bütün bu kendini anlatmaların altında görülme, varlığını hissetme, yaşadığını fark etme isteği yatar. Bu istek birçokları için son derece hayati bir ihtiyaçtır. Sait Faik’in, “Yazmasam deli olacaktım” derken kendisini kalemiyle konuşmaya mücbir eden müsebbip de bu olsa gerek.

---

Konuşma aracı olarak dili kullanırken, yazarken kalemi kullanırız. Görme duyusu açısından karşılaştırma yapacak olsaydık algılayacağımız en büyük fark bu olacaktı. Sonuçta kelimeleri hazırlayan zihnimiz aynı olacağı için yazmak da bir bakıma konuşmak demektir diye ifade etmemizde bir sakınca yoktur. Buradan çıkan sonuç en çok içine dönmüş ve hatta gömülmüş olan yazarların bile konuştukları olacaktır. Az önceki iddialar doğrultusunda mantığın temel önermelerini de kullanarak yazarların da kendilerinden bahsettiklerini söyleyebiliriz. En ketum yazar bile kendini ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın yine de kendini anlatıp durur. Hayatı ve insanları okuma becerisi gelişmiş iyi bir okur en gizemli yazar hakkında doğru çıkarımlar yaparak onun yaşamı ve bizzat kişiliği hakkında doğru bilgilere ulaşabilir. Bu yüzden konuşma ve yazmanın, sahibini açığa çıkarmak gibi bir bakıma tehlikeli bir başka bakıma göre hoş bir özelliği vardır.

Yazmaya kesin olarak karar verdiğimde bu konu üzerine düşünmem gerekiyordu. Yazarı görünür kılacağı için, yazmak gerçekten de tedirgin edici olup tehlikeli sonuçlara yol açabilirdi. Çünkü yazmak, gerektiğinde sana vurmaktan çekinmeyecek olanlar da dahil olmak üzere insanların seni tanımasına, bilmesine yol açıyordu. Bunun sonucunda da seni savunmasızlaştırıyordu. Toplum içinde bizi gizleyerek koruyan maskelerimiz ve elbiselerimiz olmadan çıplak bir halde yaşayabilir miydik (?)

---

Maske ve elbiselerin kişiyi gizleyerek korumasının yanında, onu olduğundan farklı gösterebilme gibi bir vasfı da vardır. Bu vasıf insanlar tarafından sıklıkla ve istikrarlı bir şekilde kullanılır. Bu tür bir kullanımda maske ve elbiseler çoğunlukla, onları kullanan kişinin iradesine hizmet eden bireysel çıkarlarına göre hazırlanır. Misalen, yalancılık üzerine eline su dökülemeyecek birisi dürüstlük maskesini takarak ticari hayatında başarılı olmaya çalışabilir. Ya da daha somut ve direkt bir örnek vermek gerekirse, zengin görünerek toplum içinde bir saygınlık kazanmak isteyen birisi tercihlerini pahalı ve lüks elbiselerden yana kullanacak, kürkünü beslemek isteyecektir.

Elbette “Ye kürküm ye” dünyasının farkında olan tek isim Hoca Nasreddin değildir. Dil bile buna göre bina edilmiştir. Elbise, Arapça’da giysi anlamına gelen “Libas” kelimesinin çoğuludur. Libas ise “İblis” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bir yoruma göre, iblis cennette Adem ile Havva’yı aldatmış ve cennetten kovulmalarına sebep olmuştur. Elbiseler de bu dünyada biz insanları aldatarak, güzel ve lüks olanlarını giyenlerin daha değerli olduğunu, eski püskü olanlarını giyenlerin de daha değersiz varlıklar olduğunu düşündürmektedir. Bu noktada elbise ile kastımızın içine fiziksel güzelliği, hoş kokmayı, süslü sözler söylemeyi, kişinin kendinde bulunmayan fakat etkileyici olduğu düşünülen meziyetleri sahiplenmesini vs. birçok örneği dahil edebiliriz.

---

Elbiselerin aldatıcı yanı, insanlar tarafınca genellikle pek hoş karşılanmasa da kişiyi yığınların tepkilerinden ve düşüncesizce hareket etmelerinden koruyan kısmı hiç kuşkusuz kolayca feragat edilecek bir özellik değildir.

Yazmaya karar veren kişinin önünde birkaç seçenek beliriyordu. Ya gizli kalmaya devam etmek için yazmaktan vazgeçecekti ya da yazdıkça elbiselerini kendi elleriyle çıkarıp insanların karşısına çıplak bir vaziyette çıkacak ve bunun olası sonuçlarını göze alarak yazmaya başlayacaktı. İlk başta ikincisi tam bir aptallık gibi duruyordu. Fakat bazı durumlarda bu seçenek aptallıktan ziyade çılgınlık olarak değerlendirilmeliydi diye düşündüm. Benim bu aralar bir çılgınlık yapasım pek yoktu. Birinci yolu tercih etmek ise benim için düşünüldüğünde koca bir çelişkiden ibaretti. Çünkü, zaten artık konuşmak ve az önce değindiğimiz üzere kaçınılmaz olarak kendimden bahsetmek istiyordum. Bu isteğin karşılığını insanlarda bulabileceğime dair ümidim ya da düşüncem yoktu. Çünkü, hayat insanlardan herhangi bir karşılık alma beklentisiyle yapılan hemen hemen her şeyin nafile sonuçları olacağını bize her gün gösteriyordu. Mümkünatı olan en iyi karşılık belki de parça parça anlaşılmışlıklar olabilirdi (Yazar hüznünü anlattığında, bir okurun onun acısını paylaştığını belirten dönüt vermesi veya bir düşüncesini paylaştığında okurun bunu eleştirebilmesi, ek fikirler sunması buna örnek gösterilebilir.). Nitekim parça parça anlaşılmışlıklar, asıl arzu olan tam anlaşılmanın olmadığının göstergesi olarak kabul edilir. Bütün bunlara rağmen yine de konuşmak istiyordum. İstediğimi alamayacağımın farkında olduğum insanlarla konuşmak elbette beyhude bir çabaydı. Bu durumda hayalimde bazı okurlar yaratmanın ve onlarla konuşmanın iyi bir fikir olabileceğini düşündüm. Bu okurların en önemli özellikleri paylaşımlarımı asla yargılamayacak olmaları, söylediğim her cümleyi ve neden söylediğimi anlayacak olmalarıydı. Eğer böyle yapan birini görseydim ya şizofreni seviyesine ulaşma potansiyelinde hayal gücü olduğunu ya da toplumdaki gerçek insanlarla konuşmak ve onlar tarafından anlaşılmak istediği halde bunu kabul etmek istemeyen (bunun farkında olmaya da bilir)*** biri olduğunu düşünürdüm.

Sonuç olarak sevgili okur, bazı noktalarda buluşabiliriz düşüncesiyle gerçek insan olan seninle konuşmak istiyorum ve bu istek doğrultusunda, yazmayıp gizli kalmak yolundan gitmenin benim için uygun olmadığına karar verdim. Meğerse seçimimi diğer alternatif olan çılgınlıktan yana kullanasım varmış. Toplum içinde genel kabulü ile çılgınlık, aklını kaçırmak olarak tarif edilir. Fakat unutulmamalıdır ki insanlık aklın tümünü kuşatmış vaziyette değildir. Dolayısıyla bir davranışı veya düşünceyi çılgınlık diye işaret etmek her zaman için yanıltıcı olma riski taşıyacaktır.

Yazmaya karar vermiş birinin bir başka alternatifi de tıpkı hayatın akışı içinde olduğu gibi elbise tercihlerini elinden geldiğince kendi seçimlerine bağlı kılmasıydı. İnsan soğuk bir kış gününde giyinmek, kendini örtmek zorundadır. Böyle bir günde çıplak kalırsa soğuk onun hastalanmasına sebep olur. Eğer daha soğuk olursa ölebilir. Eğer yazarımız, yaşadığı toplumun genel kabullerine aykırı fikirleri içinde barındırıp dışarı sızmasına izin veriyorsa ve aynı zamanda günümüz Suud memleketinde ya da İran’da yaşıyorsa kendisi için donarak ölme tehlikesi vardır. Türkiye’deyse duruma göre değişmekle birlikte genelde biraz üşürsünüz. Bazen elbiseleriniz estetiği bakımından hiç hoşunuza gitmemesine rağmen üşümemek için yine de giyersiniz. Ama bazen elbiseleriniz sizi öyle sıkar, öyle pişirir ki içinde terlemektense donarak ölme pahasına bile olsa üşümeyi tercih ederek onları yırtıp atmak istersiniz. Şimdi “Üşümek mi çılgınlıktır, üşümemek mi?” diye sorabiliriz.

---

Yazının buraya kadar olan kısmı (sonradan küçük değişiklikler yapılmak üzere) 2023 yılı ocak ayının son günlerinde yazıldı. Yaklaşık 1 hafta sonra askere gittim. Hayattaki birçok vakada olduğu gibi yazı da yarım kalmış gibi göründü. Şimdi 2024 eylülündeyiz. Kalınan yerden,

 

Yazmaya devam etmek

İnsan davranışlarının, en azından günlük hayattaki işler yapılırken genellikle bilinçli olarak amaç(lar) doğrultusunda şekillendiğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde yapılan iş, kişi için anlamlı olmayacaktır. Tıpkı hayatta bir amacı olmayan kişinin yaşamayı anlamsız bulması gibi. Bu durumda yazı yazacak birinin de bu işte bir anlam bulabilmesi için amaç(lar) taşıması gereklidir. Kimileri derdini anlatmak için kimileri para için kimileri de okurlara bir konuda belirli görüşleri benimsetmek yahut onlarla fikirlerini paylaşmak amacıyla yazarlar. Yazarların kendilerine en sık edindikleri gayeler bunlardır. Üzerine düşündükçe bunlara birçok başka hedefi de ilave edebiliriz.

---

Beklenen üzere benim de yazmaya başlarken çeşitli emellerim var. Bu emellerin en temelinde kaçınılamayacağı üzere, bireysel irademe hizmet etmek ve bu doğrultuda küçük veya büyük olması fark etmeksizin bir iktidar alanı yaratıp bu alanda muktedir olma amacı yatıyor. Bu temelin üzerine de belagat becerimi güçlendirmek, düşün dünyamın seyrini izleyebilmek, ileride uygulamaya geçirmeyi düşündüğüm projeler için geniş bir zemin hazırlamak, hayattaki her şeye dair yeni keşifler yapma konusunda motive olmak gibi birçok amacı ekleyebiliriz.

Yazmaktaki amaçlarımdan söz ederken içlerinden birinin hususi bir şekilde altının çizilmesi önem arz ediyor. O da, yeryüzündeki her birine ayrı ayrı muhabbet beslediğim insanlarla tanış olmak, bildiklerimi paylaşma vs. yöntemleriyle onlara sevgimi sunmak ve onlarla beraber bir yol yürümek olduğudur. Her ne kadar yeryüzünde hiçbir insanın bir diğerine kavramsal ve gerçek anlamıyla sevgi besleyebilmesinin imkan dahilinde olmadığını düşünsem de, toplumsal yaşamdaki karşılığıyla insanları, hatta tüm varlık alemini sevmenin hem gerekli hem faydalı hem de mümkün olduğu fikrindeyim. Tam burada sevgi tanımlarının yapılması yerinde olacaktır. Fakat biz bu konuya ileri zamanlarda değineceğiz.

---

Öngörmesi kolaydır ki, bu hedeflere ulaşma yolunda yürürken birçok kez tökezleyecek, düşecek ve toparlanıp yürümeye devam edilecektir. Ayrıca yazılara, belki de birçok kez yalanlar karışacak, yanlışlar eşlik edecektir. Fakat bunlar olurken, acep bu yolda kim bilir ne güzellikler seyredilecek, hangi menzillere ulaşılacaktır…


Notlar

* “Kendi” sözcüğünü kullanırken “kendi-kendisi” ayrımını kendi hissiyatıma göre yaptım.

** Bahsi geçen haber için bkz. https://www.sabah.com.tr/amerika/2012/05/12/kendinden-bahsetmek-mutlu-ediyor

*** İfadenin doğru yazımı için en aydınlatıcı yazılardan birine bkz. https://www.nasil-yazilir.com/2017/10/olmayadabilir-nasil-yazilir.html