Yazmaya başlamak
Uzun süredir yazmayı düşünüyordum. İki ay kadar önce artık başlamam gerektiğine karar vermiştim. Fakat bir türlü başlayamıyordum. Çünkü beynim bu yazma işine bir türlü ikna olmuyordu. Aklımı da işin içine katarak düşündüğüm zaman benim için birçok getirisi olacak faydalı bir faaliyetti, kesinlikle yazmalıydım. Aklım bunun doğru olduğu kanaatindeydi. Duygular açısından bakıldığında da kesinlikle istekliydim. Ama ne yazık ki yönetim aklımda değil beynimdeydi. O, arka planda çalışmaya devam ediyor ve benim için düşünsel olarak oldukça zahmetli olan bu işe girmeye bir türlü ikna olmuyordu. Bunun doğal sonucu olarak da erteleme eğiliminde oluyordum. Geçenlerde beynime isyan girişiminde bulundum. Yazma amacıyla, eski bir traktör motorunun gürültülü bir sesle çalışmasına benzer bir şekilde zihnimdeki soyut çarkların devinimini sağladım ve yazacağım konuya (çok önceden belliydi) nasıl giriş yapacağımı düşünmeye başladım. İlk olarak, “Yeryüzündeki tüm insanların belirli münferit amaçları doğrultusunda hareket ettiklerini” anlatma maksadı taşıyan bir cümle ile konuya girecektim. Fakat bu cümleyi doğru bir şekilde aktarmak benim için epey zordu. Cümlenin öznesini sadece insanlarla mı sınırlamalıydım(?) Canlılar da bu şekilde hareket etmezler miydi(?) Ayrıca canlılar derken neyi kastediyorduk, bunun net bir tanımını kolayca yapabilir miydik(?) Hatta belki tüm varlık alemi de bu doğrultuda varlıklarını sürdürüyor olabilirler miydi(?) Peki delilere ya da farkında olmadan yapılan davranışlar üzerine, bu konu içerisinde nasıl bir parantez açılmalıydı, vs. vs. Daha yazacağım ilk cümlede birçok soru zihnime hücum etmişti. Bütün bu soruları cevaplamaya kalksam çok zaman kaybedecektim ve cevapladıkça daha da derinlere inmem gerekecekti.
Bu konuda biraz titizlendiğimin farkındaydım. Fakat ortaya
çıkacak ürünün doğruluğu bakımından değerli olmasını istiyordum. Derinlerde
boğulmamak için yazıya içinde bulunduğum çelişkili durumdan ve bu durumun
sebebinden bahsederek girdim. Yazmaya başladıktan sonra düşünceleri kağıda dökmenin
de zahmetli bir iş olduğunu hatırladım. Birkaç cümle yazdıktan sonra beynim,
üstünlüğü tekrar ele aldı ve yazıya daha sonra devam etme kararında kendisiyle*
anlaştık.
---
Biraz önce yazmak için tekrar işe koyuldum. Sandalyeye
oturdum ve masanın üzerindeki laptopu açtım. Daha önce yazdığım cümleleri,
devamını getirmek için hatırlamak amacıyla okudum. Bilinmezlerle konuya girmiş
olmamdan dolayı ve daha çok bu bilinmezlikler içinde kurduğum cümlenin
yanlışlarla dolu olma olasılığından dolayı rahatsız oldum. Yazdıklarıma netlik
kazandırmak amacıyla konu üzerine tekrar düşünmeye başladım. Tekrar derinlerde
kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldım. Tehlikeliydi, çünkü her sorunun
peşinden gidecek olursam kendimi bir bataklığa saplanmış ve yazıyı tamamlayamamış
bir halde bulma ihtimalim yüksekti. Oysa paylaşılmaya değer olduğunu düşündüğüm
fikirlerim vardı.
O sırada, anlatımımdaki içtenliğe katkıda bulunacağını düşündürmesi
hasebiyle tekrar içinde bulunduğum durumu yazarak devam etmeye karar verdim ve
yazdıklarımı okudukça durumumun, önce dikkatimi sonra ilgimi çektiğini
görüyorum. Şu ana kadarki cümlelerime bakınca, hakiki bir söz yazmanın veya
söylemenin aslında hiç de kolay olmadığını anlıyorum. Peki doğru olmak bu kadar
zorken neden bu kadar çok konuşuyoruz(?) Söylediklerimizin tamamı doğru mu, yoksa
doğruyu söylediğimize mi inanıyoruz(?) Ya da doğru söz söylemeye dair bir
gayret içinde değil miyiz(?) Belki de sadece bu konu üzerine hiç düşünmedik
bile, düşünmeden konuşuyor ve durumun farkında değilizdir(?)
Sen sevgili okur? Sen de çok konuşur musun? Söylediklerin
genelde yalan ve yanlış malumatlardan mı oluşur? Aklından geçenleri hemen
söyler misin? Yoksa sözlerin düşünce süzgecinden geçip ağzından kelime olarak
çıkmayı hak eder mi?
---
Öfkeye teslim olup onun yönlendirmeleri doğrultusunda davranmak
veya acılar karşısında sızlanmak, inlemek gibi konuşma eyleminin de içinde
barınan şehvete gizli (pek de gizli olduğu söylenemez fakat birçokları ilk
bakışta bunu fark edemeyebilir) bir haz eşlik eder. İnsanları dikkatle
incelediğimizde, çok konuşmalarının altında, farkında olarak veya genellikle
olmayarak bu hazzın peşinde olduklarını görürüz. Bunun ardından fark edeceğimiz
ilk husus bu konuşmaların muhtevasının, genellikle doğrudan veya dolaylı olarak
(çoğu zaman pek de dolaylı olmaz) kendinden bahsetme üzerine olduğudur. Buradan
konuşmadaki hazzın kendinden söz etmekle ilişkili olduğuna dair bir varsayımda,
hatta daha ileri giderek açık bir çıkarımda bulunabiliriz.
Bir zamanlar Harvard Üniversitesinde yapılan bir araştırma haberlerde
yer edinmiş.** Bulgular, insanların yemek yerken ve seks yaparken yaşadıkları
zevkin bir benzerini kendilerinden bahsederken de deneyimledikleri yönünde
olmuş. Araştırmanın hangi yöntemlerle ve değerlendirme kriterleriyle
yapıldığını bilmeden Harvard’taki bilim insanlarına güvenecek olursak, elde
ettikleri sonuçların az önce bahsettiğimiz iddiaları destekler nitelikte
olduğunu söyleyebiliriz. Bu iddiaları gündelik hayatta test etmek oldukça
basittir. Bir insanla iletişim kurarken, onu samimiyetle ve anlayışla dinlersek,
karşımızdaki de bunu hissederse (çoğu zaman), veya anlarsa (bazen) muhtemelen
daha çok konuşmaya başlayacaktır. Aynı zamanda kendinden daha çok
bahsedecektir. Bütün bu kendini anlatmaların altında görülme, varlığını
hissetme, yaşadığını fark etme isteği yatar. Bu istek birçokları için son
derece hayati bir ihtiyaçtır. Sait Faik’in, “Yazmasam deli olacaktım” derken kendisini kalemiyle konuşmaya mücbir eden
müsebbip de bu olsa gerek.
---
Konuşma aracı olarak dili kullanırken, yazarken kalemi
kullanırız. Görme duyusu açısından karşılaştırma yapacak olsaydık
algılayacağımız en büyük fark bu olacaktı. Sonuçta kelimeleri hazırlayan zihnimiz
aynı olacağı için yazmak da bir bakıma konuşmak demektir diye ifade etmemizde
bir sakınca yoktur. Buradan çıkan sonuç en çok içine dönmüş ve hatta gömülmüş
olan yazarların bile konuştukları olacaktır. Az önceki iddialar doğrultusunda mantığın
temel önermelerini de kullanarak yazarların da kendilerinden bahsettiklerini
söyleyebiliriz. En ketum yazar bile kendini ne kadar gizlemeye çalışırsa
çalışsın yine de kendini anlatıp durur. Hayatı ve insanları okuma becerisi
gelişmiş iyi bir okur en gizemli yazar hakkında doğru çıkarımlar yaparak onun yaşamı
ve bizzat kişiliği hakkında doğru bilgilere ulaşabilir. Bu yüzden konuşma ve
yazmanın, sahibini açığa çıkarmak gibi bir bakıma tehlikeli bir başka bakıma
göre hoş bir özelliği vardır.
Yazmaya kesin olarak karar verdiğimde bu konu üzerine
düşünmem gerekiyordu. Yazarı görünür kılacağı için, yazmak gerçekten de tedirgin
edici olup tehlikeli sonuçlara yol açabilirdi. Çünkü yazmak, gerektiğinde sana
vurmaktan çekinmeyecek olanlar da dahil olmak üzere insanların seni tanımasına,
bilmesine yol açıyordu. Bunun sonucunda da seni savunmasızlaştırıyordu. Toplum
içinde bizi gizleyerek koruyan maskelerimiz ve elbiselerimiz olmadan çıplak bir
halde yaşayabilir miydik (?)
---
Maske ve elbiselerin kişiyi gizleyerek korumasının yanında,
onu olduğundan farklı gösterebilme gibi bir vasfı da vardır. Bu vasıf insanlar
tarafından sıklıkla ve istikrarlı bir şekilde kullanılır. Bu tür bir kullanımda
maske ve elbiseler çoğunlukla, onları kullanan kişinin iradesine hizmet eden bireysel
çıkarlarına göre hazırlanır. Misalen, yalancılık üzerine eline su dökülemeyecek
birisi dürüstlük maskesini takarak ticari hayatında başarılı olmaya
çalışabilir. Ya da daha somut ve direkt bir örnek vermek gerekirse, zengin
görünerek toplum içinde bir saygınlık kazanmak isteyen birisi tercihlerini
pahalı ve lüks elbiselerden yana kullanacak, kürkünü beslemek isteyecektir.
Elbette “Ye kürküm ye” dünyasının farkında olan tek isim
Hoca Nasreddin değildir. Dil bile buna göre bina edilmiştir. Elbise, Arapça’da
giysi anlamına gelen “Libas” kelimesinin çoğuludur. Libas ise “İblis” kelimesi
ile aynı kökten gelmektedir. Bir yoruma göre, iblis cennette Adem ile Havva’yı
aldatmış ve cennetten kovulmalarına sebep olmuştur. Elbiseler de bu dünyada biz
insanları aldatarak, güzel ve lüks olanlarını giyenlerin daha değerli olduğunu,
eski püskü olanlarını giyenlerin de daha değersiz varlıklar olduğunu
düşündürmektedir. Bu noktada elbise ile kastımızın içine fiziksel güzelliği,
hoş kokmayı, süslü sözler söylemeyi, kişinin kendinde bulunmayan fakat
etkileyici olduğu düşünülen meziyetleri sahiplenmesini vs. birçok örneği dahil
edebiliriz.
---
Elbiselerin aldatıcı yanı, insanlar tarafınca genellikle pek
hoş karşılanmasa da kişiyi yığınların tepkilerinden ve düşüncesizce hareket
etmelerinden koruyan kısmı hiç kuşkusuz kolayca feragat edilecek bir özellik
değildir.
Yazmaya karar veren kişinin önünde birkaç seçenek
beliriyordu. Ya gizli kalmaya devam etmek için yazmaktan vazgeçecekti ya da yazdıkça
elbiselerini kendi elleriyle çıkarıp insanların karşısına çıplak bir vaziyette
çıkacak ve bunun olası sonuçlarını göze alarak yazmaya başlayacaktı. İlk başta
ikincisi tam bir aptallık gibi duruyordu. Fakat bazı durumlarda bu seçenek
aptallıktan ziyade çılgınlık olarak değerlendirilmeliydi diye düşündüm. Benim
bu aralar bir çılgınlık yapasım pek yoktu. Birinci yolu tercih etmek ise benim
için düşünüldüğünde koca bir çelişkiden ibaretti. Çünkü, zaten artık konuşmak ve
az önce değindiğimiz üzere kaçınılmaz olarak kendimden bahsetmek istiyordum. Bu
isteğin karşılığını insanlarda bulabileceğime dair ümidim ya da düşüncem yoktu.
Çünkü, hayat insanlardan herhangi bir karşılık alma beklentisiyle yapılan hemen
hemen her şeyin nafile sonuçları olacağını bize her gün gösteriyordu. Mümkünatı
olan en iyi karşılık belki de parça parça anlaşılmışlıklar olabilirdi (Yazar hüznünü
anlattığında, bir okurun onun acısını paylaştığını belirten dönüt vermesi veya
bir düşüncesini paylaştığında okurun bunu eleştirebilmesi, ek fikirler sunması buna
örnek gösterilebilir.). Nitekim parça parça anlaşılmışlıklar, asıl arzu olan
tam anlaşılmanın olmadığının göstergesi olarak kabul edilir. Bütün bunlara
rağmen yine de konuşmak istiyordum. İstediğimi alamayacağımın farkında olduğum
insanlarla konuşmak elbette beyhude bir çabaydı. Bu durumda hayalimde bazı
okurlar yaratmanın ve onlarla konuşmanın iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
Bu okurların en önemli özellikleri paylaşımlarımı asla yargılamayacak olmaları,
söylediğim her cümleyi ve neden söylediğimi anlayacak olmalarıydı. Eğer böyle
yapan birini görseydim ya şizofreni seviyesine ulaşma potansiyelinde hayal gücü
olduğunu ya da toplumdaki gerçek insanlarla konuşmak ve onlar tarafından
anlaşılmak istediği halde bunu kabul etmek istemeyen (bunun farkında olmaya da bilir)*** biri olduğunu düşünürdüm.
Sonuç olarak sevgili okur, bazı noktalarda buluşabiliriz
düşüncesiyle gerçek insan olan seninle konuşmak istiyorum ve bu istek
doğrultusunda, yazmayıp gizli kalmak yolundan gitmenin benim için uygun
olmadığına karar verdim. Meğerse seçimimi diğer alternatif olan çılgınlıktan
yana kullanasım varmış. Toplum içinde genel kabulü ile çılgınlık, aklını
kaçırmak olarak tarif edilir. Fakat unutulmamalıdır ki insanlık aklın tümünü
kuşatmış vaziyette değildir. Dolayısıyla bir davranışı veya düşünceyi çılgınlık
diye işaret etmek her zaman için yanıltıcı olma riski taşıyacaktır.
Yazmaya karar vermiş birinin bir başka alternatifi de tıpkı
hayatın akışı içinde olduğu gibi elbise tercihlerini elinden geldiğince kendi
seçimlerine bağlı kılmasıydı. İnsan soğuk bir kış gününde giyinmek, kendini örtmek
zorundadır. Böyle bir günde çıplak kalırsa soğuk onun hastalanmasına sebep
olur. Eğer daha soğuk olursa ölebilir. Eğer yazarımız, yaşadığı toplumun genel
kabullerine aykırı fikirleri içinde barındırıp dışarı sızmasına izin veriyorsa ve
aynı zamanda günümüz Suud memleketinde ya da İran’da yaşıyorsa kendisi için
donarak ölme tehlikesi vardır. Türkiye’deyse duruma göre değişmekle birlikte
genelde biraz üşürsünüz. Bazen elbiseleriniz estetiği bakımından hiç hoşunuza
gitmemesine rağmen üşümemek için yine de giyersiniz. Ama bazen elbiseleriniz
sizi öyle sıkar, öyle pişirir ki içinde terlemektense donarak ölme pahasına
bile olsa üşümeyi tercih ederek onları yırtıp atmak istersiniz. Şimdi “Üşümek
mi çılgınlıktır, üşümemek mi?” diye sorabiliriz.
---
Yazının buraya kadar olan kısmı (sonradan küçük
değişiklikler yapılmak üzere) 2023 yılı ocak ayının son günlerinde yazıldı.
Yaklaşık 1 hafta sonra askere gittim. Hayattaki birçok vakada olduğu gibi yazı
da yarım kalmış gibi göründü. Şimdi 2024 eylülündeyiz. Kalınan yerden,
Yazmaya devam etmek
İnsan davranışlarının, en azından günlük hayattaki işler
yapılırken genellikle bilinçli olarak amaç(lar) doğrultusunda şekillendiğini
söyleyebiliriz. Aksi takdirde yapılan iş, kişi için anlamlı olmayacaktır. Tıpkı
hayatta bir amacı olmayan kişinin yaşamayı anlamsız bulması gibi. Bu durumda
yazı yazacak birinin de bu işte bir anlam bulabilmesi için amaç(lar) taşıması gereklidir.
Kimileri derdini anlatmak için kimileri para için kimileri de okurlara bir
konuda belirli görüşleri benimsetmek yahut onlarla fikirlerini paylaşmak
amacıyla yazarlar. Yazarların kendilerine en sık edindikleri gayeler bunlardır.
Üzerine düşündükçe bunlara birçok başka hedefi de ilave edebiliriz.
---
Beklenen üzere benim de yazmaya başlarken çeşitli emellerim
var. Bu emellerin en temelinde kaçınılamayacağı üzere, bireysel irademe hizmet
etmek ve bu doğrultuda küçük veya büyük olması fark etmeksizin bir iktidar
alanı yaratıp bu alanda muktedir olma amacı yatıyor. Bu temelin üzerine de
belagat becerimi güçlendirmek, düşün dünyamın seyrini izleyebilmek, ileride
uygulamaya geçirmeyi düşündüğüm projeler için geniş bir zemin hazırlamak, hayattaki
her şeye dair yeni keşifler yapma konusunda motive olmak gibi birçok amacı
ekleyebiliriz.
Yazmaktaki amaçlarımdan söz ederken içlerinden birinin hususi
bir şekilde altının çizilmesi önem arz ediyor. O da, yeryüzündeki her birine
ayrı ayrı muhabbet beslediğim insanlarla tanış olmak, bildiklerimi paylaşma vs.
yöntemleriyle onlara sevgimi sunmak ve onlarla beraber bir yol yürümek olduğudur.
Her ne kadar yeryüzünde hiçbir insanın bir diğerine kavramsal ve gerçek
anlamıyla sevgi besleyebilmesinin imkan dahilinde olmadığını düşünsem de,
toplumsal yaşamdaki karşılığıyla insanları, hatta tüm varlık alemini sevmenin
hem gerekli hem faydalı hem de mümkün olduğu fikrindeyim. Tam burada sevgi
tanımlarının yapılması yerinde olacaktır. Fakat biz bu konuya ileri zamanlarda
değineceğiz.
---
Öngörmesi kolaydır ki, bu hedeflere ulaşma yolunda yürürken birçok kez tökezleyecek, düşecek ve toparlanıp yürümeye devam edilecektir. Ayrıca yazılara, belki de birçok kez yalanlar karışacak, yanlışlar eşlik edecektir. Fakat bunlar olurken, acep bu yolda kim bilir ne güzellikler seyredilecek, hangi menzillere ulaşılacaktır…
Notlar
* “Kendi” sözcüğünü kullanırken “kendi-kendisi” ayrımını kendi hissiyatıma göre yaptım.
** Bahsi geçen haber için bkz. https://www.sabah.com.tr/amerika/2012/05/12/kendinden-bahsetmek-mutlu-ediyor
*** İfadenin doğru yazımı için en aydınlatıcı yazılardan birine bkz. https://www.nasil-yazilir.com/2017/10/olmayadabilir-nasil-yazilir.html
- Dilbilgisi kuralları gereği başlıktaki tüm kelimelerin baş harfleri büyük yazılır. Bu yazıda, büyük puntolarla yazılı ifadelerin, yazının içeriği ile olan kaynaşıklığının okur tarafından daha fazla hissedilebilmesi için bu kurala uymadım. Konuyla alakalı bir yazı için bkz. https://medium.com/@tubacakir/tipografi-savaşları-başlıkları-büyük-harfle-mi-küçük-harfle-mi-yazmalı-5f4f324150b9
- Yazıda mutlaka birden çok anlatım bozukluğu yapılmıştır. Onları da filologlara bırakıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder