Sevgi üzerine
Uyarı: Bu metinde Feridüttin Attar’ın edebi eseri “Mantıku’t-Tayr”
ve Çağan Irmak’ın filmi “Issız Adam”ın içeriğine dair birçok bilgi paylaşılmıştır.
Çoğu zaman uygulayamasak da bir konu üzerine düşünsel bir
perspektiften konuşurken, öncelikle ilgili kavramların tanımlanması ya da daha
doğrusu tanımlamaya çalışılması, herkesin zihninde aynı karşılıklara gelen
şeylerden bahsedilmesi bakımından önemlidir. Bir kavramın, net bir tanımının
yapılabilmesinin mümkünatı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, tanım
yapılabilmesi için şüphesiz ciddi bir çalışma yapılmalı ve düşünsel çaba sarf
edilmelidir. Bu bağlamda yazıda, sevgiyi tanımlamaktan daha çok, tanımlamaya
yaklaşmanın ve konu üzerine yazı aracılığıyla hasbihal etmenin amaçlandığını
söyleyebiliriz.
Sevgi nedir?
Acaba sevgi ya da sevmek İbrahim Tatlıses’in seslendirdiği bir
şarkıda geçtiği gibi en güzel duygu mudur? En güzeli bir yana sevgi bir duygu
mudur? Genellikle biz insanların zihninde sevgi, şansın bize güldüğü anlarda
hayatımıza şöyle bir uğrayıp vakti geldiğinde müsaade istemeden kalkan bir
misafir gibidir. Bizler bu misafirin içimizdeki tezahürünü genelde olumlu
duygular olarak deneyimleriz. Şarkının söz yazarı da deneyimlediği bu
duyguların etkisiyle sevmeye, “en güzel duygudur” demiş gibi görünüyor. Ama
sevgi ya da sevmek bir duygu değildir. Çünkü duygular, durumlar karşısında
vermiş olduğumuz hissi birer reaksiyondur. Sevgi ise bir reaksiyondan daha çok
bir karar alarak (genellikle) gerçekleştirilen eylemlerden oluşur.
Peki tam olarak nedir sevgi?
Bunun üzerine farklı tanımlamalar mevcut. Örneğin, bazı dinlerde
merkeze tanrıyı koyarak bir tanım yapılmaya çalışılır. Fakat biz bu yazıda
öncelikle bir kavram olarak sevgi ve Erich Fromm'un tarif ettiği “ideal” sevgi
üzerine bir bahisten yola çıkacağız. Sevgiyi; yormadan, sıkmadan, kırmadan,
incitmeden, sahiplenmeden, herhangi bir karşılık beklemeden, yargılamadan,
anlayışla, ilgiyle, değer vererek, özen göstererek, önemseyerek; karşıdakinin
iyiliğini, yararını (Neyin yararlı olduğu ayrı bir tartışma konusudur) ve
gelişimini isteyip; bu doğrultuda yapılan aktif eylemler bütünü olarak
açıklayabiliriz. Aşkı da bu sevginin en yoğun ve insanın ruhunu tümüyle ele
geçirmiş hali olarak düşünebiliriz. Aşk kelimesi zaten “aşeka” kelimesinden geliyor.
Aşeka, Arapça’da sarmaşık demek. Şimdi bu sevgi tanımını biraz daha
detaylandırıp açmaya çalışalım.
---
Karşılık beklemeden seveceğiz dedik. Bu ne demek? Platon bunu
tartışanlardan biri olmuştur. Örneğin, birini sevdiğimizde onun da bizi
sevmesini istiyorsak, sevgiyi al gülüm ver gülüm olayına çeviriyorsak; bu sevgi
değil bir ticaret, bir alışveriş olur. Bu yüzden Platon, sevgide karşılıksızlık
ilkesini savunur. Hatta platonik aşk ifadesi de buradan geliyor. Fakat bu ifade
günümüzde farklı bir anlamı karşılaması maksadıyla kullanılır. İnsanlar
platonik aşk ifadesini, ben onu seviyorum "ama" o beni sevmiyor diyerek
üzüntülerini aktarmak için; sanki bir nevi kara sevdayı anlatmak için
kullanırlar. Oysa platonik aşk, maddi bir karşılık beklemeden sevmeyi, ideal
sevgiyi bize anlatır ve böyle bir hayal kırıklığını betimleme amacı taşımaz.
Birini sevdiğimizde, kendisine ilgimizi, vaktimizi, düşüncemizi
ayırıp ona karşı verici davrandığımızda bu beklentisizlik halinin bazı avantajları
vardır. Bunlardan biri bizi hayal kırıklığından; yani kırılmaktan ve
incinmekten korumasıdır. Çünkü bilirsiniz ki biz bir elmayı sevdik diye onun da
bizi seveceğinin bir garantisi yoktur. Bu beklentisizlik ikinci etapta bizi
nefretten ve onun sırtımıza yükleyeceği yükten de korur. Çünkü biri sevgimize
karşılık vermedi ve bunun sonucunda hayal kırıklığına uğradıysak ona karşı
öfkelenip nefret duymaya başlayabiliriz. İnsan çok üzüldüğünde, korktuğunda ya
da öfkelendiğinde, başka bir ifadeyle bir yara aldığında, canı yandığında
nefrete yakalanma ihtimali söz konusu olur.
Birinden nefret ettiğimiz zaman, birine kin duyduğumuz zaman ona
zarar vermek isteriz. Ya da onun bir şekilde zarar görmesini isteriz (Bu
bağlamda nefrete sevginin zıttı diyebiliriz.). Nefretin sonucunda kişi adalet
düşüncesiyle bir ödeşme isteği duyarak ya da karşı tarafa da benzer bir acı
yaşattığında kendi acısının dineceği veya hafifleyeceği hissiyatıyla intikam
peşinde koşabilir. Aklın perspektifinden baktığımızda intikam almak gereksiz
bir çabadır. Çünkü intikam alındığında kişinin yaşadıkları silinmiş
olmayacaktır. Üstüne üstlük intikam alacağım derken kişi zaman ve emek
harcamaya devam ederek kaybının boyutunu daha da büyütmüş olacaktır.
Toparlayacak olursak birini severken beklentisiz olmamız; yani “platonik
olmamız” bizi kısa vadede kırılmaktan ve incinmekten korur. Uzun vadede de nefretten
ve intikam peşinde koşmaktan koruyabilir.
Nefretle ilgili birkaç konuya da daha değinilebilir. Bunlardan
biri, insanların en yakınındakilere sonradan büyük bir nefret duymalarının sık
rastlanan bir durum olmasıdır. Dışardaki insanlara karşı zaten korunaklıyızdır,
gardımız biraz daha yukarıdadır. Fakat yakınımızdakilere belli bir derecede
güvenmiş ve güvenimizle doğru orantılı olarak onlara teslim olmuşuzdur. Bunun
sonucunda da onlar tarafından yara almaya, hatta sırtımızdan vurulmaya daha
açık bir hale gelmişizdir. Dolayısıyla “bu açıdan bakıldığında”, onların
ileride bir gün bizler için nefret objesi olma ihtimali, uzağımızda olan
insanlara göre daha yüksektir.
---
Ayrıca günlük hayatımızdaki problemlerimizin büyük bir kısmı öteki
ile olan ilişkilerimizden kaynaklanır. Bunun böyle olmasının temel
sebeplerinden biri de biz insanların zihninin kar-zarar hesabıyla çalışması,
dolayısıyla ödeşme mantığıyla hareket etmemiz ve kaçınılmaz olarak nefret
duymaya yatkın hale gelmemizdir. Bu durum ilişkilerimizi bir nevi kan
davalarına dönüştürür ve bizi sorunlarımızı çözmekten alıkoyar. Misal, trafikte
bize küfreden birine biz de ödeşme mantığıyla cevap verirsek durumu bir çıkmaza
doğru sürükler ve kavgayı büyümeye iteriz. Kısaca nefreti nefretle çözemeyiz.
Ödeşme duygusu da evrimsel süreçte genetiğimize yerleşmiştir ve son derece ilkeldir.
Hatta bu ödeşme duygusunu en bariz bir şekilde çocuklarda görürüz. “Bana vurdu”
diyerek o da arkadaşına vurur. Oysa bunlar rasyonel değildir. Ödeşme mantığının
çocuksuluğu ve beklentisizlik ile ilgili Türk kültürüne dair Yunus Emre'den bir
örnek verebiliriz. Yunus bunu çok basit gibi görünen ama basit olmayan bir
dille (Lise edebiyatından bilirsiniz ki “sehl-i mümteni” diye bir söz sanatı
vardır.) bize aktarmıştır. Dörtlük şöyledir;
Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
İlk iki dizede gayet açık bir dille ödeşme mantığını reddediyor.
Üçüncü dizede de derviş gönülsüz gerek derken, hiçbir şeye gönül koymamanın, hiçbir
şeyden veya kimseden beklentiye girmemenin gerekliliğinden söz ediyor. Çünkü
İslam geleneğinde, özellikle tasavvufun bolca işlediği üzere, “kalp yalnızca
Allah'a bağlanmalıdır” düşüncesi hakimdir. “Rızkı veren Allah'tır” düşüncesinde
olduğu gibi; kişi bir beklentiye girecek olursa, bu yalnızca Allah'tan olmalıdır.
---
Ödeşme mantığının rasyonel olmamasına rağmen biz insanlar
tarafından sıklıkla kullanılıyor olmasına şaşırmamak gerekir. Bir zamanlar
Stanford Üniversitesinde(?) bir araştırma yapılmış ve insanların %9 oranında
rasyonel kararlar aldığı sonucuna ulaşılmış. Araştırmada rasyonalitenin
ölçütlerinin nasıl belirlendiğini hatırlayamıyorum fakat ulaşılan sonuç epey
beklendik duruyor. Toplumun herhangi bir kesimine baktığımızda rasyonaliteyle
çelişen nefret olgusunun oldukça yaygın olduğunu görmemizin temel sebeplerinden
biri, insanların akıllarından ve mantıklarından daha çok ilkel duygularıyla
hareket etmeleridir diye bir varsayımda bulunabiliriz. Mesela bir adamın huysuz
bir ortağı var ve bu ortağı diyelim ki bir konudan dolayı kendisine bağırdı,
çağırdı. Adamın bu durum karşısında ilk olarak öfke hissetmesi doğal ve insani
bir tepki olarak yorumlanabilir. Eğer bu öfkesinin, bu duygusunun peşine düşüp
o doğrultuda bir tepki verirse sorun çözülmekten uzak olmaya devam edecek ve
belki de kavgaya kadar ilerleyecektir. O anda adamımız rasyonel davranırsa
olayı çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Ama adam ortağına değer veriyorsa, onu
seviyorsa onun öfkesini anlayıp ona göre davranacaktır. Bu noktada da ideal
sevginin bir diğer koşulu olan anlayışlı olma şartına geliyoruz. Anlayışlı
olmaktan kasıt, karşıdakini yargılamamak, onu yaptığı bir hatadan dolayı veya
herhangi bir özelliğinden dolayı suçlamamak, onu olduğu haliyle tam olarak
kabul edebilmek ve onun ne demek istediğini, ne yapmak istediğini kavradığımızı
ona gösterebilmektir. Bunlarla ilgili olarak, üniversitelerdeki psikoloji ve
onunla ilgili bölümlerde ilk baştaki teorik derslerden sonra, öğrencilere ilk
öğretilenlerden biri de danışanı koşulsuz kabul etme ilkesidir (Pek de
öğretildiği sayılmaz.). İşte bu koşulsuz kabulün sağlanabilmesi için gerekli
olan şey kişinin yüksek bir anlayışa sahip olmasıdır. Bunun için de kişinin,
gerektiğinde kendi düşünce kalıplarından sıyrılabilen, gerektiğinde kendi hayat
görüşünü ve bakış açısını paranteze alabilen, açık görüşlü, esneyebilme
becerisi olan biri olması gerekir. Kişi, bunu yapamadığı takdirde, kendisiyle
asla tamamen aynı olmayan ötekine karşı, tam bir anlayış sunamaz. Dolayısıyla
onu koşulsuz bir şekilde kabul etmiş de olmaz. Bu durumda bahsettiğimiz ideal
sevgiyi karşısındakine sunmamış ya da sunamamış olur.
Genel olarak anlayışlı olmanın, daha doğrusu anlamanın, anlıyor
olmanın bizi gereksiz öfkelerden korumak gibi olumlu bir tarafı vardır. Nasıl? Mesela
sınıfta sürekli yaramazlık yapan bir çocuk var. O çocuğun neden yaramazlık
yapıyor olabileceği, bunun sebebinin ne olabileceği ile ilgilenmeyen bir
öğretmen o çocuğu kızarak susturur. Bu kolay olandır. Fakat o çocuğun neden
yaramazlık yapıyor olabileceğini düşünen bir öğretmen, o çocuğu anlamaya
çalışan ve sonrasında anlayan öğretmen, o çocuğun evinde ailesi tarafından
ihmal edildiği için okulda yaramazlık yaparak görülme ihtiyacını karşılamaya
çalıştığı; ya da üstün zekalı olduğu için ona göre basit olan derslerde
sıkıldığından yaramazlık yaptığı sonucuna ulaşabilir. Bu durum öğretmeni, belki
hem çözüme yaklaştırmış olur hem de gereksiz yere öfkelenerek olumsuz bir
duyguyu deneyimlemekten kurtarır. Zaten bizler de anlayışı yüksek olan
insanların; anlayışlı insanların öfkeyle bir anda parladıklarına pek fazla
şahit olmayız. Fakat her şeyi anlamak da kişi için bazen yorucu olabilir. Suç
ve Ceza'da Dostoyevski'nin şöyle bir cümlesi vardır, “Her şeyi anlıyorum ve bu
beni öldürecek!”. Neden böyle diyor? Çünkü, karşımızdakini anladığımız zaman o
yaramaz çocuğa kızıp, bağırıp, çağırıp konuyu kolayca kapatmak içimizden gelmez.
---
Diyelim ki biz, anlayışı ve anlama kabiliyeti yüksek biriyiz ve
bunu başka birine sunuyoruz; ona karşı anlayışla yaklaşıyoruz (Burada kastedilen
hoşgörü değildir.). Bunun doğal sonucu olarak, karşımızdaki kişi anlaşıldığını
hissedecektir. Bu durum onu oldukça memnun edecektir, çünkü o anda görüldüğünü
ve var olduğunu daha yoğun ve daha derinden hissedecektir. "Yaşıyormuşum
ben be!" diyecek ve “dünya varmış, hayat güzelmiş” diyerek anlık olarak
bir yaşama sevinciyle dolacaktır. Peki neden böyle olacaktır? Çünkü, aslında
hepimiz görülmek, aynalanmak, varlığımızı hissetmek isteriz. Bizim dışımızda
bir başkası tarafından fark edilmek isteriz. Hatta muhtemelen aynı istekten
dolayı Dostoyevski, Budala romanında; "Hiç olmazsa tek bir insanla, sanki
kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum" der. Dostoyevski'nin yahut
romandaki karakterin bu cümlesinden, kendisini anlayacak biriyle konuşmak
istediğini, anlaşılmak istediğini anlayabiliriz.
İnsanın başkaları tarafından görülme isteğinin sebebinin ne olduğu
ile ilgili yapılan yorumlardan biri, insanın yalnız kalma becerisinin yeterince
gelişmemiş olması, asla kaçamayacağı daimî yalnızlığıyla barışmamış olmasıdır.
Hatta sanıyorum Schopenhauer'in bu konuyla ilgili esprili bir tespiti var;
"İnsanın başına ne gelirse, evde tek başına oturamadığından gelir." minvalinde
bir cümle kuruyor. İnsanın görülme isteğine dair yapılan bir başka yorum da
insanın sosyal bir varlık olmasıdır. Geçmiş dönemlerde atalarımızın hayatta kalabilmeleri
için topluluğa dahil olmaları gerekiyordu. Dolayısıyla atalarımız başkalarına
ihtiyaç duyuyorlardı. Bu durum bizim genetiğimize işledi ve şimdi de devamlı
olarak etrafımızda birileri olduğunu, ilişki içinde olduğumuzu, onlar
tarafından kabul gördüğümüzü görmek istiyoruz. Konuyla ilgili başka yorumlar da
var fakat şimdilik değinmemiz gerekmiyor.
---
Bazı durumlarda öfkelenmiş insanların aslında anlaşılmak
istediklerini söyleyebiliriz. İnsanların hararetli tartışmalara girmelerinin ve
bunu seslerini yükselte yükselte, birbirlerini bastırmaya çalışarak
sürdürmelerinin sebebi de anlaşıldıklarını hissetmemeleridir. Öfkelenmiş bir
insana onu anladığımızı hissettirecek birkaç cümle kurduğumuzda genellikle hızla
sakinleştiğini görürüz.
Psikolojide de danışana anlaşıldığını hissettirme maksadıyla
yansıtma diye bir teknik kullanılır. Bu teknik kendi içinde duygu yansıtması,
içerik yansıtması ve ikisinin birlikte yapıldığı birleşik yansıtma olmak üzere
üçe ayrılır. Örneğin danışan, sevgilisinin kendisine hakaret ettiğini
anlatıyorsa ve biz de danışanın buna üzüldüğünü anlıyorsak ona
"üzülmüşsün" diyerek duygu yansıtması yapmış oluruz. Böylelikle
danışan anlaşıldığını hisseder ve danışmanla arasındaki bağ yavaş yavaş
güçlenir. Sonrasında danışan kendini daha çok açmaya başlar. Bir hocamın, bizim
yansıtmalarımız sonucunda danışan “Evet, aynen” dediğinde “işin yüzde ellisi
bitmiştir” dediğini hatırlıyorum. Eğer psikolog ya da psikiyatrist danışana
anlaşıldığını hissettiremezse onun mesleğinde kötü olduğunu söyleyebiliriz.
Peki üniversitelerde bu bağlamda iyi psikologlar yetişiyor mu? Üniversitede üçüncü
sınıftayken bir dersimizde, dersi veren profesörümüz sordu: "Ben
danışanıma anlayışla, onu yargılamadan, koşulsuz bir kabulle yaklaşırım diyen
kimler var?" Sınıfımız 90 kişi civarıydı. Herkes “Ben bunu yaparım” demişti.
Ardından öğretmenimiz “Ben bir tecavüzcüye ya da katile karşı da bunu
yapabilirim diyen kimler var?” diye sordu. Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3-5
kişi “Ben bunu yapabilirim” demişti.
---
İdeal sevginin gerekliliklerinden bir diğeri de sahiplenmemek
diyebiliriz. Biz insanlar olarak kendimizde, sahibi olduğumuz bir varlığın
üzerinde söz söyleme ve yönetme hakkı görürüz. Böyle bir durumda karşımızdaki
eğer bir insansa onun bireyselliğini tanımayıp, özgürlüğünü kısıtlamış oluruz.
Ahval böyleyken de onu sevdiğimizi söyleyemeyiz. Bizim toplumumuzda bunun en
büyük örneklerinden biri, ebeveynlerin çocuklarını sevdikleri iddiasıyla onları
sahiplenerek onlar adına karar vermeleri, kimi zaman onların bireyselliklerini
yok sayarcasına özgürlüklerine müdahil olmalarıdır.
---
Yine ideal sevginin bir başka şartı da ilgidir diyebiliriz. Buna
da çok basit bir şekilde, bir annenin çocuğuna karşı umursamaz bir tavır
takındığını, onunla pek ilgilenmediğini görürsek, çocuğunu sevmediğini
söyleyebileceğimizi örnek gösterebiliriz. Bu arada ilginin merakla sıkı bir
ilişkisi vardır. Ama şimdilik üzerinde durmayacağız.
---
Bir diğer koşul da değer vermek. Değer vermediğimiz, değerli
görmediğimiz bir varlığı yeterince önemsemeyiz. Ona karşı yaklaşımımızda
hassasiyet kaygısını pek fazla gütmeyiz. Onunla yeterince ilgilenmeyiz.
Dolayısıyla onu sevdiğimizden söz edemeyiz. Bu değer konusuyla ilgili olarak da
edebiyattan bir örnek verebiliriz. Yine lise edebiyatından hatırlayacağımız
Feridüttin Attar diye bir adam vardır. Onun Mantıku’t-Tayr diye bir eseri
vardır. Doğru mu bilmiyorum; “Kuş dili” diye çevrilmiştir. Yanlış
hatırlamıyorsam konusu şuydu; bir gün Simurg kuşu gökte uçarken kanadından bir
tüy düşer. Simurg o kadar güzel, o kadar mükemmel bir kuştur ki, diğer kuşlar
onun kanadından düşen tüye âşık olurlar. Ve Simurg'u aramak için bir yolculuğa
çıkarlar. Feridüttin Attar bir mutasavvıf. Dolayısıyla Simurg kuşu burada
Tanrı'yı, Allah'ı simgeliyor. Peki konumuzla ilişkisi ne? Tanrı bizi sevdi,
bizi bir kere yoktan var ederek, yaratarak bize büyük bir değer biçti. Tanrı
bizi o kadar güzel sevdi, bize o kadar güzel değer verdi ki, biz aslında hep
onun bize verdiği değeri ararız. Dolayısıyla Simurg'u, yani Tanrı'yı ararız.
Tanrı'nın bize vermiş olduğu değeri genelde dünyevi ilişkilerimizde ararız.
Fakat bulamayız. Çünkü Attar'a göre hiçbir insan bizi, Tanrı gibi Allah gibi
Simurg gibi sevemez. Bu yüzden Attar aslında istediğimiz değeri gerçek
değerimizi ancak Tanrı'da bulabileceğimizi ve yüzümüzü tamamen O'na dönmemiz
gerektiğini söyler.
Attar'ın bu hikayesi ve hikâyede bize söylemek istedikleri,
Müslümanların kutsal kitabında bir ayet olan, "Kalpler yalnızca Allah'ı
anarak mutmain olur, tatmin olur" cümlesiyle paraleldir. İnsanın bir şeyi
kolayca beğenir yapıda olmaması, müşkülpesent olması dini düşüncede böyle
açıklanır. Yani insan Simurg'u gördü. En güzelini gördü. Dolayısıyla dünyadaki
hiçbir güzellik karşısında tam olarak tatmin olamayacak. Tabii ki din, insanın
müşkülpesent oluşunu, Tanrı'nın yolunda olma ve ona doğru yürüme bakımından
olumlu olarak değerlendirir. Tanrı'nın insana en çok değer veren olmasıyla
ilgili şunu da ekleyebiliriz. Bir rivayete göre İslam Peygamberi herhangi biriyle
el sıkışırken, karşısındaki kişinin elini tam olarak sıkarmış ve o konuşurken
gözüne tam olarak bakarmış. Böyle yapmasının sebebinin, Tanrı'nın insana ne
kadar değer verdiğini yani insanın ne kadar değerli olduğunu biliyor olmasından
kaynaklandığı söylenir. Tabi bu gerçekte de böyle midir diye ayrıca
tartışılabilir. İnanan insanlar muhakkak böyle kabul edeceklerdir. İnanmayanlar
daha farklı düşünüyor olabilirler.
---
En başta sevgiyi tanımlarken aktif eylemler bütünüdür demiştik.
Burada ne demek istedik? Ne demek istediğimizi; "Sevgim acıyor"
şiirini de yazmış olan Turgut Uyar'dan bir alıntıyla açıklayabiliriz. Şair diyor
ki; “Gösterilmeyen sevginin benim için bir gram değeri yoktur. Belki şu duvar
da beni seviyordur ama haberim yok”. Turgut Uyar’ın bu sözlerinden hareketle, muhatabına
fark ettirilmeyen sevginin, sevgi olmadığını söyleyebiliriz. Sevmek, aktif bir
eylemdir derken tam olarak bunu kastediyoruz. Toplumumuzda özellikle bazı
babaların bu konuda kendilerini biraz daha geliştirmeleri gerektiğinden
bahsedebiliriz. Klasik Anadolu aile yapısında babalar kendini genel olarak
"Evet, ben sevgimi gösteremiyorum, ama içimden seviyorum" diyerek
savunurlar. Ama tam bir sevgiden bahsedebilmemiz için muhatabımızın bundan
haberdar olması, ona iyi gelmesi gerekiyor. Peki insanlar sevgisini gösterirken
neden zorlanıyor, ne oluyor da birine "seni seviyorum" demek
istediklerinde boğazları düğümleniyor ve o iki kelime ağızlarından bir türlü
çıkmıyor? Bunun en büyük sebebi güçsüzlüklerimiz, korkularımız, utangaçlığımız
ve çekingenliğimiz. Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz; çünkü karşılık
görememekten korkuyoruz. Bazen kaybetmekten korkuyoruz. Bazen karşılık
alamadığımızda ezik duruma düşeceğimizi düşünüyoruz ve bu ihtimalden
korkuyoruz. Bazense kullanılmaktan, suistimal edilmekten korkuyoruz. İşin içine
bu korkular giriyor ve birini tam olarak sevmemize engel oluyor. Yani birini
sevebilmemiz için ya bu tür korkularımız olmayacak, korkusuz olacağız; ya da
korkularımızın üzerine gidebilecek kadar cesaretimiz olacak. Demek oluyor ki
sınıfındaki veya iş yerindeki bir hanımefendiden hoşlanan bir genç, ne kadar
heyecanlanırsa heyecanlansın, ayakları ne kadar geri giderse gitsin, eğer
seviyorsa gidecek ve o hanımefendiyle ilgilenecek, sözleriyle, davranışlarıyla
o hanımefendiye sevgisini haykıracaktır.
Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz. Çünkü utanıyoruz,
çekiniyoruz. Utanıyoruz, çünkü kendimize yeterince güvenmiyoruz. Kendimize
güvenmiyoruz demek özgüvenimiz yok demek. Bu kendine güvensizlik özgüvensizlik
de kendimizi değerli olarak görmeyişimizden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Kendimizi değerli görmeyişimiz de genelde çocukluğumuzla ilgilidir.
Psikologlar, 0-6 yaş döneminde kişiliğimizin temellerinin atıldığını,
zihnimizdeki şemaların ve bağlanma örüntülerimizin, ilişki kurma biçimlerimizin
önemli derecede oluştuğunu söylüyorlar. Yani küçüklüğünde ailesi tarafından
yeterince onaylanmamış, duygusal ihtiyaçları karşılanmamış insanlar belki de
farkında olmadan içten içe değersiz olduklarını hissediyorlar. Sonra ego, bir
savunma mekanizması olarak hayatta kalabilmek adına; bu aşağılık, değersizlik
durumunu bir komplekse dönüştürüyor. Bunun sonucunda narsizm dediğimiz olgu
ortaya çıkıyor. Kişi o aşağılık duygusunu bastırabilmek için gereksiz yere
böbürleniyor, kibirleniyor. Etrafına ve özellikle de kendisine değerli olduğunu
gösterebilmek; kanıtlayabilmek adına kendisini övüyor ya da bazen diğer
insanları küçülterek kendisini yukarı çıkarmaya çalışıyor. Böyle bir insanın
başkasını bahsettiğimiz şekilde sevmesinden söz etmek çok zordur. Çünkü kişi
daha kendisini bile sevemiyordur. Bazıları, narsistlerin kendilerini çok
sevdiklerini söylerken ifade hatası yapıyorlar. Narsist bir birey yüzeyde,
kendisini çok seviyor gibi görünse de aslında kendisini hiç sevmiyordur. Çünkü
çok değersiz olduğunu düşünüyordur.
“Erkek adam sert olur” gibi inanışların ve geleneğin yadsınamaz
etkisiyle olsa gerek, içinde yaşadığımız toplumda özgüvensizliğin, öz değersizliğin;
bunların sonucu olarak da narsizmin oldukça yaygın olduğunu ve özellikle de
erkekler arasında yaygın olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin, okulda birine iltifat
ettiğimde birçok kişinin “teşekkür ederim” deyip iltifatı karşılamak yerine
utandığına şahit oldum. Bu tamamen kendine güvenmemekle alakalı bir durum diye
düşünüyorum.
Batı toplumlarında bireyselcilik bize göre daha yoğun olduğu için
özgüven konusunda da bizden daha iyi olabilirler. İzlediklerim ve gördüğüm bazı
örnekler bunu doğruluyor.
---
Gündelik hayatta birçok kişinin sevilmemekten yakındığını,
kimsenin kendisini doğru düzgün sevmediğini söylediğini görmüşüzdür. Sosyal
medyada, şöyle sevilmedik böyle sevilmedik diyerek derdini anlatmak amacıyla
açılmış bazı edebiyat sayfalarının varlığına bile şahitlik ediyoruz.
Özgüvensizliğin, öz değersizliğin, narsizmin ve bunların sonucu olarak
sevgisizliğin yaygın olduğu yerlerde insanların sevilmemekten yakınmaları beklendik
bir sonuç gibi duruyor.
---
Üzerine düşündüğümüzde sevmenin çok kolay bir faaliyet olmadığını
görüyoruz. Erich Fromm da bu zorluktan dolayı sevmeyi bir sanat olarak görüyor
ve üzerinde ustalaşmadan bu sanatın doğru düzgün icra edilemeyeceğini
düşünüyor. Diğer sanatlarda olduğu gibi sevme sanatında da teorik ve pratik
olmak üzere iki aşama olduğundan söz ediyor. Teorik kısmı halledebilmemiz için
belki de her birimizin sevgi ve sevmek üzerine daha çok düşünmesi gerekiyor.
Doğru bildiğimiz yanlışları fark edip bunlardan kendimizi arındırmamız
gerekiyor olabilir. Birçoğumuzun sıklıkla yaptığı bir hata vardır. Sevmek
kelimesini yanlış kullanıyoruz. Mesela tavuğu sevdiğimizi söyleriz. Ama aslında
biz tavuk eti yemekten zevk alıyoruzdur. Tavuğu sevseydik belki de onu kesip
yemememiz gerekirdi. Bir şeyi sevdiğini söylemek aslında büyük bir iddiadır.
Çünkü bahsettiğimiz anlayışlı olma, karşılık beklememe, ilgilenme vs.
koşullarını gerçekleştirmek gerçekten zordur. Bir şeyi sevdiğimizden söz
ederken çoğunlukla ve muhtemelen, farkında olmadan yalan söylemiş oluruz.
Örneğin, “güzel” kelimesi de, sevgi kelimesi gibi genelde asıl anlamıyla
kullanılmaz. Güzel, “gözel”den gelir. Gözel, “göze el veren” demektir. Yani
görsellikle ilgilidir. “Bu kadın güzelmiş” dediğimizde kelimeyi asıl anlamında
kullanmış oluruz, ama “bu çorba güzelmiş” derken çorbanın görünüşünü değil de
tadını kastediyorsak kelimeyi asıl anlamında kullanmış olmayız. Onun yerine bu
çorba lezzetliymiş diyebiliriz. Dilimizde bu şekilde kullandığımız daha birçok
kelime bulabiliriz.
---
Sevginin en çok karıştırıldığı şeylerden biri de birine yakınlık
duymak, ona yakın hissetmek veya bağlanmaktır. Böyle bir durumda biz genellikle
yakınlık duyduğumuz muhatabımız tarafından sevilmişizdir ve zaten bunun
sonucunda, ona karşı bir yakınlık oluşmuştur. Biz onu henüz sevmemiş olabiliriz
ve genellikle sevmemişizdir. Bunu çok iyi bir örnekle açıklayabiliriz. Çağan
Irmak'ın Issız Adam” diye bir filmi vardır. Filmin başkahramanı Alper, Ada diye
bir kız görür ve ondan etkilenir. Ona sevgisini sunmaya çalışır. Bunun
sonucunda Ada sevildiğini hissettikçe kayıtsız kalamaz ve Alper'e karşı
duygusal bir yakınlık hissetmeye başlar. Bakınız Alper'i sevmeye başlıyor değil,
ona yakın hissetmeye başlıyor (İnsanların birine yakınlık duyduklarında; “seviyorum”
diye dolaşmaları doğru olmayıp yanlış bir zandan ibarettir.). Sonrasında Ada,
Alper'e duygusal olarak bağlanır. Fakat Alper gün geçtikçe kendisini bu
ilişkide boğuluyormuş gibi hisseder ve sonunda, görünürde hiçbir sebep yokken
aniden Ada'dan ayrılır. O sırada Alper de tıpkı Ada gibi durumu çözümleyemediği
için ne kendisine ne de Ada'ya ayrılma nedenine dair geçerli ve mantıklı bir
açıklama yapamaz. Hatta terk ederek Ada'yı üzmüş olduğu için biraz da suçluluk
duyar.
Filmi izleyen herkes gibi Ada da ve hatta Alper de sonradan olmak
üzere; herkes Alper'e çok kızmıştır. Ama aslında Alper sevilmediği için Ada'yı
terk etmişti. Yani Alper Ada'yı seviyordu; fakat ilişkiler genel olarak
karşılıklı al-ver üzerine bir dengeye oturtularak yürütüldüğünden, Ada
tarafından yeterince sevilmeyince bir noktada boğulmuş hissetmeye başladı.
Aslında neredeyse en başından beri hissediyordu ama bir yerde dayanamayacağı
noktaya geldi ve ayrıldı. Yani aslında Alper, Ada'yı bir bakıma bir çocukmuş
gibi “avutuyordu”. Ada, Alper'i sevmiyordu, sevilmenin verdiği hazzı yaşıyordu
ve bunun sonucunda Alper'e yakın hissediyordu. Durum böyle olunca, Alper de tek
taraflı olarak verici olduğu bu ilişkiyi sürdüremedi ve Ada’yı terk etti.
Filmin sonunda Alper'in Ada'yı tekrar istemesinin sebebi de hayatında hala
sevilmiyor oluşu ve yalnızlığıyla ilgiliydi. Film üzerine çok fazla
konuşulabilir. Benim burada demek istediğim şu: Biri bizi sevdiğinde ona karşı
bir yakınlık duyabiliriz. Fakat bu, o kişiyi sevdiğimizi söylemek için yeterli
değildir. Onu sevip sevmediğimizi anlamak için, karşıdaki kişinin bize ne kadar
yakın hissettiğine bakmak gerekir. Alper, Ada'ya ayrılmak istediğini
söylediğinde tokadı yemişti diye hatırlıyorum. Seviyorsak tokat atmamamız
gerekir. Yani Ada o an ilkel davranıp saldırganlaşmak yerine, Alper’e dönüp "N’oldu
bir tanem, neden ayrılmak istiyorsun?" dese belki her şey çok farklı
olacaktı. Sen o adamı sevmezsen, o adam da Oscar Wilde'ın şiirinde geçen eylemi
gerçekleştirir. Ne diyordu şiirde? "Herkes öldürür sevdiğini"
Özlemek de bu konuyla ilişkilidir. İnsanlar genelde sevdiklerini
özlediklerini düşünürler. Evet, bu da olabilir. Ama çoğunlukla bizi seven,
kendisine yakın hissettiğimiz kişileri, daha doğrusu onların bize olan
sevgisini özleriz.
---
Sevgi üzerine düşünmeye devam ettikçe, dikkatimizi çeken bütün
unsurların bizi bir yere daha da ittiğini fark edecek ve o yerde, insan için
bir başkasını sevmenin oldukça zahmetli, zorlayıcı, hatta imkânsız olduğunu
göreceğiz. Fakat elbette bu imkansızlığın istisnası olabilir ve insan bir
başkasına kavramsal karşılığı ile sevgi gösterebilir. Böyle bir durumda da
seven insanın ömrü çok uzun olmayacaktır. Çünkü kişi, bir diğer insana karşı
sevgi kelimesinin gerekliliklerini layıkıyla yerine getirdiği ölçüde kendinden
vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bir başkasını sevmek bir tarafa insanın kendisini
sevebilmesinin imkânı üzerine bile şüphe duyulmalıdır. Çünkü her insan, yaşamı
boyunca onlarca, belki de binlerce kez kendi çıkarlarına ve gelişimine farkında
olarak veya olmayarak ihanet etmiştir.
Buraya kadar düşünsel yönü daha ağır basan yazının sonuna, bir
Orhan Veli şiiriyle gidelim,
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Bir gün sevmenin ve sevilmenin mümkün olduğu bir yer keşfedebilmek
ümidiyle
ve dolayısıyla heyecanıyla…
Notlar
- İbrahim’in şarkısı için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=WIFWfPglkoQ
- İnternetin derinliklerinde bilgi ve görüşlerini paylaşıma açan Ekrem Demirli ve Dücane Cündioğlu gibi isimlerden izler, bu ve bundan sonraki yazılarda varlıklarını gösterebilirler.
- Bu metin, genel hatları itibariyle 2022 yazında, bir YouTube kanalına gönderilmek üzere video çekmek amacıyla (Kanal yöneticilerini birlikte çalışmaya ikna etmek için) yazıldı. Fakat amacına ulaşamadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder