Asıl düşman kim?
Geçen pazar Ankara’daydım. Öğlene doğru Ulus’un ara
sokaklarından birinde arkadaşımla birlikte atıştırmalık bir şeyler yemek üzere
çayhane benzeri bir yere oturduk. Sipariş almaya gelen adama tost yemek
istediğimizi söyledik. Bunun üzerine kendisi çorba içmemizi önerdi. İlk başta
önerisine icabet etmedik. Fakat adam durmadı. Biz reddettikçe çorbasını övüyor,
mutlaka tadına bakmamız gerektiğini söylüyordu. Hem adamın ısrarlarını
sonlandırmak için hem de bu kadar övdüyse gerçekten de çorbasının lezzeti
bakımından bizim için tosttan daha iyi bir seçenek olabileceği düşüncesinden
dolayı kabul ettik. Bu kabule, içimizdeki “acaba elinde kalan çorbayı bize
itelemeye mi çalışıyor” tedirginliği eşlik etti. En azından benim içimdeki.
Kısa bir süre sonra çorbalar geldi. Evet, gerçekten de
lezzetliydi. Bunu, adama da söyleyip beklemeye gerek görmediği dönütü verdik.
Aslında bu dönütü verirken amacımız, çorbanın lezzetini tasdiklemek değil,
önerisini ilk başta kabul etmememize rağmen ısrar ederek bizi bu lezzetli
çorbayla tanıştırdığı için ona müteşekkir olduğumuzu belirtmekti.
Çorbadan birkaç kaşık daha aldıktan sonra arkadaşım masada
baharatların olmadığını fark etti. Zihnimin düşüncelerle dolu olmasından gerek;
o, bunu söyleyene kadar bu eksiklik benim aklımdan bile geçmemişti. Sonrasında,
hemen ağzımdan benim için çok önemli olan bir baharatı zikrettiğim o cümle
çıktı, “Karabiber de yok”. Ardından adamdan baharat istedik. Yine kısa bir süre
sonra, az önceki adama çok benzediği için kardeşi olduğunu tahmin ettiğim bir
başka adam, pul biber getirdi. Masaya bırakıp uzaklaşırken arkasından
seslendim, “Karabiber de var mı?”. O da giderken cevap verdi, “Karabiber
çorbanın içinde var zaten”. Önüme döndüm. Çorbanın içinde karabiber aradım. Ya
hiç yoktu ya da gözle görülemeyecek kadar az vardı. İkincisine inanmayı seçtim.
Çorbalar bitmeden, daha genç olan adam tekrar geldi ve çay
isteyip istemediğimizi sordu. Biz de istedik. Adam çayları getirdiğinde bana
dönerek doğu ağzıyla konuşmaya başladı, “Kardeşim yanlış anlama ama yemek
yerken, çorba içerken böyle ayak ayak üstüne atmak uygun değil”. Sebebini
sordum. Benzer cümleleri tekrar etti ve gerekçe sun(a)madı. Belki de adama
destek olmak amacıyla bu kez arkadaşım sordu, “Dini açıdan mı uygun değil?”.
Adam bunu onaylamadı. Az öncekilere benzer cümleleri sıralamaya devam etti. Asla
bir sebep söyle(ye)miyordu. Ama birkaç cümle sonra ani bir şekilde “Dinden
dolayı uygun değil” dedi. Geçerli veya geçersiz olması bir yana, bir gerekçe
göstermişti. Karşılığında ne söyleyeceğini merak ettiğim için “Ben Müslüman
değilim” diyerek gerekçesine bir cevap verdim. Devamında, “Yine de uygun değil”
dedi. Ben de “Peki” dedim ve konuyu kapattık. Konuşmamız sırasında nereli
olduğumu sordu. “Konyalı’yım” dedim. Güldü. Sevimli bir adamdı. Sevimli ve
Şanlıurfalı.
Konuşurken yine de ayağımı indirmedim ve bunun sebebi öyle
daha rahat oturuyor olmamdı. Bir başka sebep de adamı sarsmaktı. Çünkü buna
ihtiyacı vardı. Bugüne kadar bazı inançlarının, alışkanlıklarının ve düşünce
kalıplarının üzerine hiç düşünmediği ya da düşünebilse bile konu üzerinde akılcı
yoldan hiç ilerleyemediği belliydi. Benim bu davranışım karşısında, küçük de
olsa bir yenilgi yaşayıp afallayacak ve bir anlığına da olsa düşünecekti. Bilirsiniz
ki, bazı aydınlık şenlik meydanlarına ulaşmanın tek yolu karanlık ve ıssız sokaklardan
geçmektir.
---
Hayır.
Doğrusunu isterseniz adamı sarsmak veya aydınlıklara giden yolda karanlıktan geçirmek gibi bir amacım yoktu. Sadece o an öyle rahat hissettiğim için ayağımı indirmedim. Tek sebebi buydu. Zaten aradaki diyalogtan sıkılıp haletiruhiyem değişir değişmez (yaklaşık 30 saniye sonra) ayağımı indirdim.
Çaylar bittikten sonra hesabı kartla ödedik. Aynı adam fiş
vermek istemedi. Güldüm. Sonra fişi isteyip aldık. Giderken adımı sordu.
Söyledim. İlk başta, adımı “Muhammet” diye algıladı. Güldü. Doğrusunu söyledim.
“Hee, tamam o zaman” dedi ve nereye gideceğimizi sordu. “Kızılay” dedik. Öyle
bir talebimiz olmamasına rağmen uzun uzun yolu tarif ederek bizi bir süre esir
aldı. Heyecanlı bir adamdı. Heyecanlı, sevimli ve Şanlıurfalı.
Yürürken arkadaşımla yaşananlar üzerine biraz lakırdı ettik. Arkadaşım, “Böyle bir adam, 10 yaşındaki kızını da evlendirebilir” minvalinde konuştu. Bu cümle beni düşündürdü. 8-10 yaşındaki küçük kız çocuklarını kimler evlendiriyordu? Bunu yapanlar arkadaşımın da dediği gibi az önceki adam ve ona benzeyenlerdi. İyi ama az önceki adam bütün söylemlerine rağmen pek bir sevimliydi. Ona nasıl kızacaktım?
---
İnsanların hayatlarını dikkatle gözlemlediğimizde, kişinin
cahil veya zalim olması üzerinde, (tamamen midir emin olmamakla birlikte)
muhakkak kaderin çok büyük bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin yanlış
ve akla aykırı geleneksel kalıpların sıklıkla kullanıldığı bir ortamda yetişen
biri, cahil olmaya daha yatkın olacaktır. Bundan ötürü onu, cahilliğinin tek ve
mutlak sorumlusu olarak yargılayamayız. Buna ek olarak birçok insanın günlük
hayat içinde yuvarlandığını ve bazı konuları düşünecek, kendilerini
geliştirecek vakitlerinin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bir insana,
cahilliği ve hatta zalimliği üzerinden yüklenip suçlamak, ona kızmak doğru
olmayacaktır. O halde neyle ve kiminle mücadele etmeliyiz? Cahille mi cehaletle
mi; zalimle mi zulümle mi?
Ayrıca hangi insan hakikat üzerinde bir hakimiyet
kurabilmiştir? Konyalı olup adı Muammer olanlar da dahil olmak üzere, hangi
insan cehaletten kurtulabilmiştir?