12 Ekim 2024

Asıl düşman kim?

Geçen pazar Ankara’daydım. Öğlene doğru Ulus’un ara sokaklarından birinde arkadaşımla birlikte atıştırmalık bir şeyler yemek üzere çayhane benzeri bir yere oturduk. Sipariş almaya gelen adama tost yemek istediğimizi söyledik. Bunun üzerine kendisi çorba içmemizi önerdi. İlk başta önerisine icabet etmedik. Fakat adam durmadı. Biz reddettikçe çorbasını övüyor, mutlaka tadına bakmamız gerektiğini söylüyordu. Hem adamın ısrarlarını sonlandırmak için hem de bu kadar övdüyse gerçekten de çorbasının lezzeti bakımından bizim için tosttan daha iyi bir seçenek olabileceği düşüncesinden dolayı kabul ettik. Bu kabule, içimizdeki “acaba elinde kalan çorbayı bize itelemeye mi çalışıyor” tedirginliği eşlik etti. En azından benim içimdeki.

Kısa bir süre sonra çorbalar geldi. Evet, gerçekten de lezzetliydi. Bunu, adama da söyleyip beklemeye gerek görmediği dönütü verdik. Aslında bu dönütü verirken amacımız, çorbanın lezzetini tasdiklemek değil, önerisini ilk başta kabul etmememize rağmen ısrar ederek bizi bu lezzetli çorbayla tanıştırdığı için ona müteşekkir olduğumuzu belirtmekti.

Çorbadan birkaç kaşık daha aldıktan sonra arkadaşım masada baharatların olmadığını fark etti. Zihnimin düşüncelerle dolu olmasından gerek; o, bunu söyleyene kadar bu eksiklik benim aklımdan bile geçmemişti. Sonrasında, hemen ağzımdan benim için çok önemli olan bir baharatı zikrettiğim o cümle çıktı, “Karabiber de yok”. Ardından adamdan baharat istedik. Yine kısa bir süre sonra, az önceki adama çok benzediği için kardeşi olduğunu tahmin ettiğim bir başka adam, pul biber getirdi. Masaya bırakıp uzaklaşırken arkasından seslendim, “Karabiber de var mı?”. O da giderken cevap verdi, “Karabiber çorbanın içinde var zaten”. Önüme döndüm. Çorbanın içinde karabiber aradım. Ya hiç yoktu ya da gözle görülemeyecek kadar az vardı. İkincisine inanmayı seçtim.

Çorbalar bitmeden, daha genç olan adam tekrar geldi ve çay isteyip istemediğimizi sordu. Biz de istedik. Adam çayları getirdiğinde bana dönerek doğu ağzıyla konuşmaya başladı, “Kardeşim yanlış anlama ama yemek yerken, çorba içerken böyle ayak ayak üstüne atmak uygun değil”. Sebebini sordum. Benzer cümleleri tekrar etti ve gerekçe sun(a)madı. Belki de adama destek olmak amacıyla bu kez arkadaşım sordu, “Dini açıdan mı uygun değil?”. Adam bunu onaylamadı. Az öncekilere benzer cümleleri sıralamaya devam etti. Asla bir sebep söyle(ye)miyordu. Ama birkaç cümle sonra ani bir şekilde “Dinden dolayı uygun değil” dedi. Geçerli veya geçersiz olması bir yana, bir gerekçe göstermişti. Karşılığında ne söyleyeceğini merak ettiğim için “Ben Müslüman değilim” diyerek gerekçesine bir cevap verdim. Devamında, “Yine de uygun değil” dedi. Ben de “Peki” dedim ve konuyu kapattık. Konuşmamız sırasında nereli olduğumu sordu. “Konyalı’yım” dedim. Güldü. Sevimli bir adamdı. Sevimli ve Şanlıurfalı.

Konuşurken yine de ayağımı indirmedim ve bunun sebebi öyle daha rahat oturuyor olmamdı. Bir başka sebep de adamı sarsmaktı. Çünkü buna ihtiyacı vardı. Bugüne kadar bazı inançlarının, alışkanlıklarının ve düşünce kalıplarının üzerine hiç düşünmediği ya da düşünebilse bile konu üzerinde akılcı yoldan hiç ilerleyemediği belliydi. Benim bu davranışım karşısında, küçük de olsa bir yenilgi yaşayıp afallayacak ve bir anlığına da olsa düşünecekti. Bilirsiniz ki, bazı aydınlık şenlik meydanlarına ulaşmanın tek yolu karanlık ve ıssız sokaklardan geçmektir.

---

Hayır.

Doğrusunu isterseniz adamı sarsmak veya aydınlıklara giden yolda karanlıktan geçirmek gibi bir amacım yoktu. Sadece o an öyle rahat hissettiğim için ayağımı indirmedim. Tek sebebi buydu. Zaten aradaki diyalogtan sıkılıp haletiruhiyem değişir değişmez (yaklaşık 30 saniye sonra) ayağımı indirdim.

Çaylar bittikten sonra hesabı kartla ödedik. Aynı adam fiş vermek istemedi. Güldüm. Sonra fişi isteyip aldık. Giderken adımı sordu. Söyledim. İlk başta, adımı “Muhammet” diye algıladı. Güldü. Doğrusunu söyledim. “Hee, tamam o zaman” dedi ve nereye gideceğimizi sordu. “Kızılay” dedik. Öyle bir talebimiz olmamasına rağmen uzun uzun yolu tarif ederek bizi bir süre esir aldı. Heyecanlı bir adamdı. Heyecanlı, sevimli ve Şanlıurfalı.

Yürürken arkadaşımla yaşananlar üzerine biraz lakırdı ettik. Arkadaşım, “Böyle bir adam, 10 yaşındaki kızını da evlendirebilir” minvalinde konuştu. Bu cümle beni düşündürdü. 8-10 yaşındaki küçük kız çocuklarını kimler evlendiriyordu? Bunu yapanlar arkadaşımın da dediği gibi az önceki adam ve ona benzeyenlerdi. İyi ama az önceki adam bütün söylemlerine rağmen pek bir sevimliydi. Ona nasıl kızacaktım?

---

İnsanların hayatlarını dikkatle gözlemlediğimizde, kişinin cahil veya zalim olması üzerinde, (tamamen midir emin olmamakla birlikte) muhakkak kaderin çok büyük bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin yanlış ve akla aykırı geleneksel kalıpların sıklıkla kullanıldığı bir ortamda yetişen biri, cahil olmaya daha yatkın olacaktır. Bundan ötürü onu, cahilliğinin tek ve mutlak sorumlusu olarak yargılayamayız. Buna ek olarak birçok insanın günlük hayat içinde yuvarlandığını ve bazı konuları düşünecek, kendilerini geliştirecek vakitlerinin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bir insana, cahilliği ve hatta zalimliği üzerinden yüklenip suçlamak, ona kızmak doğru olmayacaktır. O halde neyle ve kiminle mücadele etmeliyiz? Cahille mi cehaletle mi; zalimle mi zulümle mi?

Ayrıca hangi insan hakikat üzerinde bir hakimiyet kurabilmiştir? Konyalı olup adı Muammer olanlar da dahil olmak üzere, hangi insan cehaletten kurtulabilmiştir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder