25 yıl yaşamak
Kendimi fırlatılmış halde bulduğum bu dünyadaki 25’inci
yılımı, bu sene içinde doldurdum. Epeyce zorlandım. Zorlandıkça neden burada
olduğumu sordum kendime, başkasına, filozoflara, edebiyatçılara ve içinde Tanrı’nın
da bulunduğu nicelerine. Fakat kimseden benim nazarımda geçerli olacak bir
cevap alamadım. Aldıysam da anlamadım. Bir süredir bu soruya, benim için
şimdilik ikna edici olup yepyeni sorular sormama sebep olan bir cevap
verebiliyorum. Bir Tanrı’nın olduğunu düşünüyorum. Fakat “tanrı” derken neyi
kastettiğimi ve onun nasıl bir bilinç formunun olduğunu bilmiyor, onun nasıl
bir “şey” olduğunu tahayyül bile edemiyorum. Fakat onun ne olmadığına dair
birçok fikrim var. Bu fikirler benim onu keşfetmeme yardımcı olmasa da akla
aykırı inançlara ve düşüncelere bağlanmama engel olması bakımından değerli. En basit
örneğiyle, onun antropomorfik bir yapısı olmadığını ve bulutların üstünde bizi
gözetleyen ak sakallı yaşlı bir dede gibi görünmediğini biliyorum.
Bir insan yaşamı boyunca yürünebilecek en heyecan verici yol,
Tanrı’yı tanıma ve keşfetme yolu (Dolayısıyla insanı ve varlığı keşfetme yolu) olsa
gerek. Bir yaşam, ancak bu amaç edinildiğinde yaşamaya değer diye düşünüyorum.
Fakat insan, bu hayatın içinden bir parça olarak kendisini gündelik yaşamdan
sıyıramıyor. Bu yüzden sakince oturup tüm zamanını bu konu üzerine düşünmeye,
okumaya ve keşfe ayıramıyor. İnsan, bu evrenin içinde bir özne olarak her
şeyden önce daima kendi saadetini istiyor, bazen yanlış yollarda da olsa hep
mutluluğun peşinden koşuyor. Yine de günlük yaşamın hengamesinden
sıyrılabilmemizin bir yolu var. O da düşün dünyamızı kullanmak. Şimdi sizleri
kısa bir süreliğine bu dünyaya davet ediyor, biraz düşünmenizi istiyorum.
Türkiye’de ortalama ömür yaklaşık olarak erkeklerde 77, kadınlarda da 82 yıl.
Şahsen ben ve sizlerin birçoğu bu sürenin 25 yılını doldurduk. İyi ihtimalle 60
yıl kadar bir ömrümüz kalmış olsun (Ki şahsen o kadar yaşamayacakmış gibi hissediyorum.).
Yıllar bazında düşününce, zaman eminim ki hızla geçecektir. Dolayısıyla konuya
yukardan baktığımızda, bir gün öleceğimiz bu dünyada mutlu ya da mutsuz olmanın
da pek önemli olmadığını göreceğiz.
---
Çocukluk – “Hayal kurmak çocuklara iyi gelir”
Yaşamın ilk yıllarında kaderimize, inkâr edilemez açıklıkla
ailemiz tarafından yön verilir. Bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerimiz için
annemizin bizimle kurduğu iletişim hayati öneme sahiptir. Anne içinse, klasik
Anadolu ailelerinde tarih boyunca olduğu gibi, 20.yy.’da da 21.’sinin
başlarında da evdeki erkeğin dili hayati öneme sahiptir.
Çoğunluğunun 1400 yıl öncesi Arap inanç ve geleneklerini muhafaza
etmeye çalıştığı bir toplumda, fertlerin (özellikle erkeklerin) aile yaşamında
kullandıkları dilin çağa uygunluğundan bahsetmek pek tabii olarak mümkün
değildir. Böyle bir dilin kullanıldığı aileler, modern dünyaya uyum sağlamakta
zorlanacak ve mutsuz olacaklardır. Dolayısıyla bu türden aile ve çevrenin içine
doğan çocuklar da bu mutsuzluktan ve zorlanıştan paylarını alacaklardır. Bu
konuya daha geniş bir perspektiften bakacak olursak benzer cümleleri (Bölgesel
olarak değişmek üzere) ülke çapında da kurabiliriz. İnsan yaşamını 25’er yıldan
3 döneme ayıracak olsaydık, ilki için kaderimiz üzerinde neredeyse tamamıyla coğrafyanın
ve içine doğduğumuz evin etkili olduğunu söyleyebilirdik.
Ben de Konya’da, Konyalı bir ailede dünyaya geldiğimden çocukluğumda
epey zorlandım. Bu kısımlara değinmeyeceğim. Çünkü iyilik sadece iyilik değil,
bununla birlikte iyilikten bahsetmektir. Çocukluğumda zorlandım ama yine de güneş
görmeyen bir mutsuzluğum olduğunu söyleyemem. Küçükken okul derslerinde
başarılı olduğumdan ötürü zeki olduğuma dair iltifat edildiğinde, sokakta
arkadaşlarımla futbol oynarken gol attığımda, toplu taşımada kıvrımlı
kirpiklerimden dolayı 10 yaş büyük genç kızlar bana aşkla baktıklarında, kahraman
bir asker olduğum oyunlar oynadığımda, haritaları inceleyip ülkeleri fethetme
hayali kurduğumda ve daha birçok şekilde mutlu olduğumu hatırlıyorum.
---
Çocukluktan gençliğe – “Hayat hep zordur”
“Sevginin Gücü” diye bildiğimiz “Leon” filminde Natalie
Portman’ın canlandırdığı küçük Mathilda, Leon’a sorar: “Hayat hep böyle zor
mudur, yoksa çocukken mi böyledir?” Leon cevap verir: “Hep böyledir.”
Yaşamlarımızın diğer dönemlerine kıyasla çocukluk
dönemimizde başta somut hayatımız olmak üzere özgürlüğe daha uzağızdır. Bu da bazen
hayatın en zor evresinin çocukluk olduğunu düşünmemize sebep olabilir. En zor
dönemin çocukluk olduğunu söyleyebilir miyiz bilmiyorum ama tıpkı Leon’un
dediği gibi, hayatın hep zor olduğunu söyleyebiliriz.
Çocukluğu takip eden gençliğe geçiş yıllarında da zorlanmaya
devam ettim. Bu dönemde Türkiye’de hemen herkesin etkilendiği devletin hatalarının
hayatıma etkisini şimdi daha net görebiliyorum. Birçok potansiyelin uygulamaya
geçirilebileceği lise çağlarında, birçok gence yapıldığı gibi ben de karanlıkta
yalnız bırakıldım. Bundan bir şikâyet olarak değil tespit olarak bahsediyorum. Nitekim
ilerleyen yıllarda ışığa yaklaştıkça, gençleri aydınlatması gerekenlerin karanlığın
daha da derinlerinde olduğunu gördüm.
Gençliğe geçiş evresinde de zorlanmaya devam ettim ama yine
de tam bir mutsuzluk hali yaşamadım. Fakat mutsuzluk hayatımın daha büyük bir
bölümünü kaplamaya ve etkisini daha çok hissettirmeye başlamıştı. Bunun en
büyük sebebi belki de umudun azalmasıydı. Umut ve mutluluk birbirinden
ayrılamayan yapışık ikizler gibidir. Bunu açıklamak çok da gerek değil sanırım.
---
Gençlik – “Her şey geçer”
Zor geçmişi olanlar, bunun da etkisiyle gençliğe genellikle birçok
kusurla ve gerçeklikten kopuk bir şekilde başlıyorlar. Çoğu kişi, çok da zorlanmadan
bu kusurlarla yaşamaya devam ediyor. Çünkü insanlar gençlik dönemlerinden
itibaren somut şartlar bakımından daha az zorlanıyor ve özgürlüğe önceki
dönemlere göre daha yakın oluyorlar. Benim gençlik dönemimin başlarında da bazı
zorluklar etkisini daha az gösterecek gibiydi. Ama hayallerimin elimden
alınmasıyla umutsuzluğa kapılıp mutsuz olmaya başladım. Küçüklüğümden beri hep
hayallerime ulaşacağıma dair inancıma tutunmuştum. Yıllardır birçok acıya ve
zorluğa bu inanca tutunarak katlanmıştım. Fakat gelinen noktada gün geçtikçe o
hayallere ulaşma ihtimalim bir bir kayboluyordu. Bütün değerlilerimi
yitiriyordum. Ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çok zorlanıyor, acı çekiyordum.
Yıkılmak üzereydim. Yıkılmıştım da. Yenilgiyi kabul ettiğimde oluşan rahatlık
hissi dışında yaşadığımı hissetmiyordum. İnlemek dışında elimden bir şey
gelmiyordu. Hatta bir zaman sonra inleyemiyordum bile. Ölmüştüm. Fakat sonra
bir şeyler oldu. Sanki bütün mağlubiyetlerim birleşip bir çocuk doğurmuş
gibiydi. O çocuğun adı “zafer”di. Bu zafer kesinlikle benim başarım değildi.
Benim dışımda gerçekleşmişti. Hayatın bir bölümünde beni zorlayan kader,
kararını değiştirmiş ve bana iyi davranmaya başlamıştı.
Aslına bakarsanız o çocuğun adı zafer değildi. Çünkü savaş bugün
bile hala devam ediyor. Fakat çok daha güçlü bir şekilde mücadele ediyorum ve
daha mutluyum. Bu mücadeleyi ancak büyük birader olan “ölüm” bitirebilirmiş
gibi görünüyor.
---
25 yılın sonunda hayatı biraz da olsa tanıma fırsatı
edindim. Ve artık tamam. Buradan gidebilirim. Daha fazla acı ve mutluluk
tatmaya gerek kalmadı. Ama yine de bazen sahilde bir banka oturup denizi
seyredersiniz ya hani, benimki de o misal. Hayatı ve dalgalarını seyretmek için
kalmaya devam edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder