Eşeğin başçavuşu
3 Ekim 2023. Günlerden Salı.
Yer: Tunceli-Hozat. Nam-ı diğer Dersim. Kimine göre Dersim kimine göre Hozat.
Askerdeyim. Prefabriğimsi odamdan çıkıp karargâha gidiyorum.
Gazinodan geçerken bahçedeki kamelyalardan birinde asteğmenlerin hararetli bir
şekilde konuşmaları dikkatimi çekiyor. Yanlarına gidip neler olup bittiğini
anlamaya çalışıyorum. Terhis olup evine dönmek üzere olan Mehmet, heyecanla bir
şeyler anlatıyor. Birlikten ayrılmadan önce saç tıraşı olmak istemiş. Berber
olarak da bir süredir tanış olduğu Gaziantepli bir eri seçmiş. Mehmet de
Kilis’tendi. Kilis ve Gaziantep’in yakın olması sebebiyle aralarında
hemşehrilik esaslarına dayanan bir bağ vardı sanırım. Erin ismine, kimliğini
açığa çıkarmamak için “Ekrem” diyelim. Ekrem’i tanımıyorum. Sadece, gazinodan
başka bir erle kavga edip karargâh berberliğinden topçu taburunun berberliğine
gönderildiğini duydum. Mehmet de askerdeki son tıraşını artık topçu taburunun
berberi olan Ekrem’in yapmasını istemiş. Tıraş olmadan veya bittikten sonra
topçu taburundaki başçavuş, Mehmet ve Ekrem’in yanına gelmiş. Başçavuşun ismi
de “Recep” olsun. Eğer isterseniz “Tayyip” de olabilir.
Tayyip Başçavuş berber bölümüne geldikten sonra Ekrem’e
“topçu taburundan olmayan birini tıraş etmemesi gerektiğini” ve “emirlerine
uygun davranmadığını” söyleyerek kızmış. Ardından Ekrem’i bulundukları kısımdan
çıkarıp biraz hırpalamış. Anladığım kadarıyla, “şiddet uygulamış”
diyebileceğimiz kadar hırpalamış. Çok sonraları Tayyip Başçavuş ve Er Ekrem
arasında birkaç gündür süregelen bir gerginlik olduğunu duymuştum.
Ekrem’in maruz kaldığı muamele üzerine Mehmet de Ekrem’i
savunmak istemiş. O sırada Tayyip Başçavuş’la Mehmet arasında sözlü münakaşa
yaşanmış, küfürler edilmiş. Kavga çıkacakken topçu taburundaki uzman çavuşlar
vs. araya girmişler. Daha sonra olay, o anda birliğimizdeki en rütbeli asker
olan albaya taşınmış. Konuyu albaya taşıyanın Mehmet olduğu aklımda kalmış. Albayımızın
adı da “Halk” olsun. Mehmet, “Halk” isimli albaya konuyu anlattıktan sonra
albay, Tayyip Başçavuş’u çağırtmış. Ardından ona “Yaptıklarını sana
yakıştıramadım.” demiş. Sonra konu kapanmış. Daha sonra da Mehmet gazinoya
gelip olayı asteğmenlere anlatmaya başlamış.
---
Askerdeyken, içinde bulunduğum ortamın rezilliği dolayısıyla
acı çekmemek için zaman zaman aklımı ve düşüncelerimi bir kenara bırakıp
kendimi koşullara teslim ediyordum. Bu teslimiyet de bazen gevşememe sebep
oluyordu. Gevşediğim anlarda ise olaylara ilk başta duygusal reaksiyonlar
verebiliyordum. Mehmet olanları anlattıkça, albayın konuyu bu şekilde kapatmış
olmasına öfkelendim. Benimle beraber diğer asteğmenler de durumdan rahatsız
oldular. Öfkem dolayısıyla ilk başlarda Tayyip Başçavuş’un astı olan bir ere
şiddet uyguladığı için gereken cezayı alıp bedel ödemesini istedim. Fakat bu
isteğimin yanlış olduğunu anlayıp kısa bir süre sonra zihnimi toparladım. Çünkü
gerçek bir hukuk, cezalar üzerine ve adalet örtüsü altına gizlenmiş intikam
duygularına değil; masumiyet üzerine kurulmalıdır. Çünkü her insan bir bakıma
masumdur. Tayyip Başçavuş, Ekrem hata yapsa da; ona şiddet uygulamanın yanlış
olduğunu bilseydi bunları yapar mıydı hiç? Yahut taburdaki otoritesinin
sarsılıp gücünü kaybedeceğinden endişelenmeseydi Ekrem’e böyle yapar mıydı?
Bilmiyordu ki. Doğrunun ne olduğunu bilmiyordu. “Hakkın, hukukun, adaletin” ne
olduğunu bilmiyordu.
Kendimize düşman olarak cahili değil cehaleti; zalimi değil
zulmü seçmeliyiz. Çünkü her insan, içinde iyiliğe dair izler taşır. Hatta bazen
bize böyle görünmese de insanlar daima iyiye hizmet etmeye çalışırlar. Zaten böyle
olmasaydı, iç dünyalarında çelişkiye düşüp belki de çıldırırlardı. Sadece
bazıları, iyinin ne olduğunu pek bilmiyorlar. Henüz keşfedememişler. Belki
hiçbirimiz tam olarak bilmiyoruz. Ama görünen o ki bazılarımız çok az biliyor…
Her insanın içinde iyiliğe dair emareler bulunduğuna dair
tasavvuftan bir menkıbe aktarılır: Bir akşam tekkeye, konaklamak amacıyla bir
yolcu misafir olur. Şeyh Efendi bu adamla her ne kadar hoşluğa, esenliğe dair
konuşmak istese de adam çok terstir ve her konuda olmadık sözler söyler. Şeyh Efendi’nin
musahabeye dair bütün çabaları sonuçsuz kalır. Sonra adam, “Yoldan geldik
hayvan acıkmıştır, ben şu merkebin yemini vereyim” diyerek oturduğu yerden
kalkıp gider. O sırada Şeyh Efendi derin bir iç çeker ve sonunda iyiliğe,
güzelliğe dair konuşabilecekleri ortak bir nokta bulunduğunu düşünür. Çünkü
adamın eşeğe yem vermeyi düşünmesi onun içindeki iyiliğin göstergesidir.
---
Tayyip Başçavuş’un yaptığı yanlış olsa da artık asıl
istediğim onun ceza alıp bedel ödemesi değil, yaptıklarının yanlış olduğunu
anlayıp bu şiddet davranışını tekrarlamamasıydı. Aynı zamanda Ekrem’e de
yaşadıklarından dolayı psikolojik destek sağlamak istiyordum. Bunu hem insani
hem de askeri görevim olarak görüyordum. Askeri görevim olarak görmemin sebebi
benim bir RDM Subayı (Psikolog subay) oluşumdu. Birliğimizdeki sağlık işleriyle
ilgilenen personelin başka bir bölgede görevli olması sebebiyle ben onun yerine
bakıp sağlık işleriyle ilgileniyordum ama asıl görevim psikologluktu. En
azından öyle olması gerekirdi.
Ben yaşananlar üzerine düşünürken Mehmet’in arkadaşlarından
Çağrı, olaydan rahatsız olup Ekrem’le görüşmüş. Ona, Tayyip Başçavuş’u CİMER’e
şikâyet edebileceğini vs. söylemiş. Çağrı’nın Ekrem’e bunu söyleyişine Tayyip
Başçavuş’a yakın olan uzman çavuşlar tanıklık etmiş. Ardından Çağrı’nın bu
yaptığı tüm tugayda duyulmuş. Beklendiği gibi Tayyip Başçavuş da duymuş ve
öfkelenmiş. Bunlar olurken ben de “psikolog subay” sıfatıyla topçu taburundaki
bölük astsubayını arayıp Ekrem’le bir an önce görüşmek istediğimi, Ekrem’i bir
an önce Danışmanlık Merkezi’ne göndermesi gerektiğini sert bir dille söyledim.
Sert üslubumun sebebi öfke değil, işin aksamamasını istememdi. Çünkü bilirsiniz
ki bazı insanlar yumuşak üslubu suistimal etmeye çok yatkındırlar. Topçu
taburunun bölük astsubayının yumuşak üslubu suistimal edip etmeyeceğine dair
elimde bir bilgi ya da veri yoktu. Ben de risk almayıp sert üslup tercih ettim.
O gün Ekrem’i görüşmeye göndermek şöyle dursun, dört koldan
bizi durdurmaya çalıştılar. Çağrı’nın ve benim yaptığım bu hamlelerden sonra
önce topçu tabur komutanının vekili olan üsteğmen, sonra da “Halk” isimli
albayımız bizi çağırdı.
O günlere dair aldığım notlar çok net. Ama bazı kısımları tam
hatırlayamadığım için yanlış bilgi aktarmak istemiyorum. Notlarımda; “3 Ekim’de
Çağrı ve biz, ayrı ayrı üsteğmenden ve albaydan fırça yedik” diye yazmışım.
Üsteğmenin söylediklerini hatırlamıyorum ama “Halk” isimli albayın
söylediklerini hatırlıyorum. Hem de çok iyi hatırlıyorum. Albayın “makamına”
Çağrı’yla değil, ismi Turan olan başka bir asteğmenle çıkmıştım. Albaya, Tayyip
Başçavuş’la da görüşmek istediğimizi, kendisinin öfke problemi olabileceğini
söylediğimde; Albay da bize cevap olarak şunları söylemişti: “Tayyip Başçavuş’la
görüşmeniz iyi olur evet. Ama Ekrem’in götünü kaldırmayın!” Aslında “Ekrem’in
götünü kaldırmayın” değil; “Erin götünü kaldırmayın” demişti. Çünkü ismini
bilmiyordu. Bilmemesi normaldi. Kendisi, konunun uzatılmamasını istemişti. Bu
olayla “uğraşmak istemiyordu”.
Adı “Halk” olan albayın bize söylediklerinden sonra cevap
olarak: “Aslında yapmaya çalıştığımız şey Er Ekrem’in götünü kaldırmak değil,
biz sadece temel insani haklara uygun hareket etmek istiyoruz.” demek istedim.
Ama tam o anda içimdeki ses bana kendini duyurdu. Şöyle diyordu: “Uğraşmak
istemiyorum!” Sonrasında “Emredersiniz komutanım” dedim ve Turan Asteğmen’le birlikte
oradan ayrıldık. Ama meğerse Ekrem bu şiddet olayını CİMER’e yazmayı çoktan
kafaya koymuş…
---
4 Ekim Çarşamba
Yakında üst komutanlıklardan birliğimizi denetlemeye
gelecekler. Birlik olarak atış, spor vs. konularında çeşitli testlere tabii
tutulacağız. Bütün tugay olarak bir yandan da bu testlere hazırlanıyoruz. 4
Ekim’de gün boyu atıştayız. Ekrem’le görüşemedim.
5 Ekim Perşembe
24 saat boyunca nöbetçi olduğum bir gün. Ekrem’le yine
görüşemedim. Ama öğle arasında Turan Asteğmen’le beraberken Tayyip Başçavuş
bizimle konuşmak istedi. Bu isteği tabii ki geri çevirmedik. Detayları
aktarmayacağım. Çünkü yazacak olursam bu bir dergi yazısı değil kitap olur gibi
geliyor. Sadece şunları söyleyebilirim: Tayyip Başçavuş bizi dinlemiyordu bile.
Sanki biz başçavuşun eşeği, o da eşeğin başçavuşuydu. Tabii dinlememesinde
bizim de payımız vardı. Birer psikolog olarak ona önce, onu anladığımızı ve
kendisini yargılamayacağımızı hissettirecek cümleler kurmalıydık. Bunu yapamadık.
Çünkü olanlardan biz de etkilendik ve o anda içinde bulunduğumuz duruma psikolog
gözüyle bakamadık. Bundan emin değilim ama Tayyip’le iyi bir psikolog gibi
konuşsak başarılı olabilirdik diye düşünüyorum. Normal bir insan gibi konuşarak
iletişim kurmamız çok zordu. O, bize kulak vermedikçe benim konuşma isteğim
azaldı. İçimdeki ses bana tekrar fısıldadı: “Uğraşmak istemiyorum!”
6 Ekim Cuma
Topçu taburu komutanının vekili olan üsteğmen ile görüştük.
Ekrem’le bizi pazartesi günü görüştüreceğini söyledi. Daha sonra gün içinde
albayla karşılaştık. Ekrem’i yatıştırmamız yönünde bizi telkin etti.
7-8 Ekim Cumartesi-Pazar
Hafta sonu olduğu için herhangi bir gelişme yaşanmadı. Ama
öyle zannediyorum ki bu aralar Ekrem, ailesi aracılığıyla CİMER’e şikâyette
bulunmuş. Çünkü birkaç gün sonra evrak kısmında çalışan bir asçavuştan;
Ekrem’in ağzından yazılmış ve içinde, CİMER şikayetinin anlık bir gaza gelişle
yapıldığını belirten cümleler bulunan bir belge gönderildiğine dair bilgi edindik.
Aşikâr olduğu üzere olayın büyümemesi için gönderilmişti bu belge. Hukukun yok
sayıldığı bu tür yöntemler beni zerre şaşırtmadı. Zaten 6 Ekim günü öğle
arasında Tayyip Başçavuş’la görüşürken; Ekrem’in haftalar önce gazinodaki başka
askerle kavgasına dair tutanak tutturmak istediğini anlamıştık. Anlamıştık
derken; kendi ağzıyla söylemişti. Ekrem’e serseri muamelesi yaparak kendi elini
güçlendirmek istiyordu. Çünkü korkuyordu.
Bu anlattıklarım sana da tanıdık geliyor değil mi sevgili
okur? Bugünlerde başka bir Tayyip başka bir Ekrem’e hırsız muamelesi yapmak
istemiyor mu? Askerdeki Ekrem belki biraz serseriydi. Bilemem. Ama sence diğer
Ekrem hırsız mı? Yoksa diğer Tayyip de bizim başçavuş gibi korktu da karalama
kampanyası mı yapıyor?
9-10 Ekim Pazartesi-Salı
Bugünler için, üsteğmenin Ekrem’i görüşmeye göndermediğini
not almışım.
Tam gününü hatırlamıyorum ama bir ara CİMER fikrini Ekrem’e
ileten Çağrı ile kısa bir sohbetimiz oldu. Yaşananlarla ilgili ne düşündüğünü
sordum. Yakın zamanda terhis olacağını söyledi. O da daha fazla “Uğraşmak istemiyordu.”
11 Ekim Çarşamba
Yine gün boyu atıştaydık. Atışlarda bazen saatlerce
beklememiz gerekebiliyordu. Bazen akşamları da “gece atışı” yapıyorduk. Atış
olmadığı zamanlarsa sağlık kısmında acil halletmem gereken işlerim
olabiliyordu. Sonuçta oradayken bana verilen asıl görev, sağlık işlerini
halletmemdi. Ekrem’in peşine düşecek vakit bulamıyordum.
12 Ekim Perşembe
Üsteğmeni tekrar arayıp Ekrem’le görüşme talebimi yineledim.
Beni bölük astsubayına yönlendirdi. Astsubayla görüşüp üsteğmenin emri olduğunu
ve Ekrem’i göndermesi gerektiğini söyledim. O da: “Birazdan gönderiyorum” dedi.
Yarım saat sonra bu kez astsubay beni arayıp şöyle dedi: “Asker şu anda Tayyip
Başçavuş’un yanında, isterseniz onunla bir görüşün.”
Tayyip Başçavuş’u arayıp Ekrem’i göndermesi gerektiğini
söyledim. O da bana, “Önümüzdeki birlik denetlemesinden dolayı askerler bana
lazım, haftaya gönderiyim” dedi. Göz göre göre Ekrem’le görüşmeme engel olmaya
çalışıyorlardı. Aslında biraz hırçın davransam istediğim zaman Ekrem’le
görüşürdüm. Ama bu olaya ve maruz kaldığımız tavırlara ayıracak enerji
bulamıyordum. O günlerde genellikle çok yorgun oluyordum. Telefonu kapattıktan
sonra alt devrem Şenol Asteğmen’e dönüp “Daha fazla uğraşmak istemiyorum” dedim.
Şenol’a ara ara söylerdim bu cümleyi. Herhangi birisi yapacağımız işi
aksattığında, herhangi bir adaletsizliğe şahit olduğumda veya bizzat haksızlığa
uğradığımda, herhangi bir saygısızlığa tanık olduğumda ya da herhangi bir
problemle karşılaştığımda “Şenol” derdim: “İstesem çözerim ama uğraşmak
istemiyorum!” Şenol da ben bir problem üzerine konuşmaya başladım mı hemen
esprisini patlatırdı: “Komutanım, isteseydiniz çözerdiniz ama uğraşmak istemediniz
değil mi?” Güldürürdü beni. “Evet Şenol, uğraşmak istemedim” derdim. İçimden
eklerdim: “Ama bir gün uğraşacağım.”
---
Birkaç hafta sonra, birliğimizdeki hukuk işlerinden sorumlu,
hukuk fakültesi mezunu teğmenle sohbet ediyorduk. Kendisine bu şiddet olayından
bahsettim. Her aklı başında insanın yapacağı gibi, olanları son derece uygunsuz
buldu. Ona, en son albayın sözlerini ilettim. Bunun karşılığında teğmenin
söylemleri birdenbire değişti. “Komutan ne dediyse odur!” diyerek karşılık verdi.
O da “uğraşmak istemedi.” Zaten dediği gibi oldu sonuçta. Teğmen haklıydı.
---
Yaşananlardan iki hafta kadar sonra Ekrem’i görüp onunla
konuştum. Şiddet olayı yaşandıktan sonraki ilk bir hafta boyunca psikolojik
olarak zorlandığını ama ilerleyen günlerde çok zorlanmadığını söyledi. Ekrem’e,
Tayyip Başçavuş’un davranışının ardındaki olası sebeplerden bahsedip onu
anlamasını ve sonrasında da affetmesini isteyecektim. Çünkü içindeki yükten
ancak böyle kurtulabilirdi. Aksi takdirde öfkesinin ve kininin esiri olurdu.
Ama benim bunları söylememe gerek kalmadı. Çünkü Ekrem bunları zaten büyük
ölçüde yapmış görünüyordu. Onu tebrik edip sordum: “Buradan çıktıktan sonra
şikayetçi olacak mısın?” Ekrem: Hayır, uğraşmak istemiyorum!” diyerek cevap verdi.
Bu cevabın ardından Ekrem konusu kapandı. Tayyip Başçavuş ise yemekhanede bazen
beni süzüyordu. Gözlerini hiç yakalamıyordum. Yakalamaya da çalışmıyordum. Ama
bakışlarını üzerimde hissediyordum. Birlik içinde denk geldiğimizde
selamlaşıyorduk bazen. Ama büyük ihtimalle bana karşı olumsuz düşünceleri de
vardı. Ben yine de içimde ona sevgi besliyordum. Oysa bana içinden küfrediyordu
belki. Bilmiyorum. Eğer öyleyse bile ruhunun en derinlerinde o da bana seviyordu.
Kendisi farkında olsa da olmasa da…
---
Askerlik bitip de eve döndükten sonra bir ara hastaneye
gitmem gerekti. Doktor kaba konuşuyordu ve işini iyi yapmıyordu. Üstelik sadece
bu doktor değil birçok doktor böyle yapıyordu. Ayrıca yaşlılara kıyasla bana
daha iyi davrandıkları söylenebilirdi. Bütün meslek gruplarında vardır böyle
insanlar. Ama ben o gün bir doktor üzerinden böyle bir deneyim ediniyordum.
Doktoru anlıyordum. Sabahtan akşama kadar neredeyse hiç ara vermeden hasta
görüyordu. Kızmıyordum ona. Kızamıyordum. Ama bu işin böyle olmaması gerektiğini
düşünüyordum. Fakat bundan daha baskın bir durumum vardı. “Uğraşmak
istemiyordum.” Doktora, hastalarla bu şekilde konuşmaması gerektiğini söylesem
muhtemelen benimle hemfikir olmayacaktı. Münakaşa edecekti. Sonra da
pataklanmaktan korkup pes edecekti. Uğraşmak istemeyecekti. Yahut kavga
edecekti. Ya da beni şikâyet edip uğraşmak isteyecekti. Ama ben her ihtimalde
de “uğraşmak istemiyordum”.
---
Yolda yürürken bile uğraşmak istemeyeceğiniz birçok durumla
karşılaşabiliyorsunuz. Eve doğru yürüyorum. Genç çift, yolun kenarında
tartışıyor. Adam kadına bağırıyor. Kadın korkuyor. Vuracak mı acaba?
Derkennnn “Çat” diye bir ses duyuyorum.
Ne, vurdu mu yoksa?
“Koş Muammer!” diyor içimdeki ses. Ama bir yandan da
“Uğraşmak istemiyorum” diyor.
Hızla onlara dönüyorum. Sonra anlıyorum ki adam, kadına
değil duvara vurmuş. Eli kanıyor. Etraf kalabalık zaten. Bu kalabalığın içinde
kadına vuramayacak biri olduğu yüzünden belli oluyor. Tekrar önüme dönüyorum.
Eve doğru yürüyorum. Derken bir “Çat” sesi daha!
Ne oldu? Adam kadına bu sefer vurdu galiba.
Hayır. Bu sefer başka biri bana vurdu.
Nasıl yani?
Yolda yürürken başkalarına çarpma konusunda dikkatli olmayan
biri bana çarptı. Zaten gerginim. Bu kez “uğraşmak istiyorum”. Yüksek sesle bir
cümle kuruyorum: “Önüne baksana lan!”
Adam endişeli gözlerle bana dönüyor: “Kusura bakma” dedikten
sonra hızlı adımlarla uzaklaşıyor. Sesimi fazla yükseltmişim sanırım. Adamı
korkuttum.
Şimdi üzgünüm biraz. Adamı yakalayıp özür dilemek için bir
adım atıyorum. Ama o anda bir şey fark ediyorum: “Uğraşmak istemiyorum”
Eve doğru yürümeye devam ediyorum. Adamdan özür dilemediğim
için de üzülüyorum. “Oysa kolayca özür dileyebilen biriydim ben” diye içimden
geçirirken bir “Çat” sesi daha!
Şaka gibi. Ama değil. Gerçeğin ta kendisi!
Yine ne oldu?
Bu sefer kilolu bir teyzenin poşetleri kaval kemiğime
çarpıyor. Gerçekten canım yandı. Teyze karşıdan gelirken çarpışmayalım diye
kenara çekilmiştim zaten. Ama o? Bir santim bile çekilmedi. Mağdur olan ben
oldum. “Hangi birinizle uğraşacağız kardeşim, yeter artık!” diyorum içimden.
Uğraşmak istesem de istemesem de gücümün bittiğini hissediyorum. Her şeyini
kumarda kaybetmiş bir adam gibi hissediyorum. “Dönüp teyzeye kızsam haksız
mıyım şimdi? Offff. Haklı olmayı ne çok önemsiyoruz ama!”
Serzenişler eşliğinde yola devam ediyorum. Duygularımın
etkisi azaldıkça mantığım yeniden devreye giriyor ve düşünüyorum: “Teyze kilolu
biriydi. Onun bir santim bile yolunu değiştirmesi standart kilolardaki herhangi
birine göre daha zor olsa gerek. Ayrıca stresli görünüyordu. Belki akşam evde
ne yemek yapacağını düşünüyordur. Ya da parayı ay sonuna nasıl yetiştireceğini.
Bu kadar dalgınken poşetlerinin bana çarpacağını hesaplayamaması normal. Hem
pamuk gibi bir kadına benziyordu. Kolay olan kızmak Muammer. Bu yolu seçeceğine
insanlara anlayışla yaklaş!”
Sağ salim eve ulaşabildikten sonra Şenol’la telefonda
konuşuyorum. O hâlâ askerde. Bir konuda fikrimi almak istiyor. Konuyu
hatırlamıyorum. Ama “Şöyle şöyle olursa böyle böyle yapabilirsin” diyerek ona bir
yol çizmeye çalışıyorum. Şenol’un bana verdiği cevapsa çok manidar: “Onlarla
uğraşmak istemiyorum!”
Eee, ne oldu şimdi yani?
Şenol’a kapak mı yapmış oldum?
Tabii ki hayır.
Hayatın kuralı bu. İnsan çoğu zaman birçok şeyle uğraşmak
istemeyebiliyor. Önce zihninde tartıyor; “Benim bunu yapmak için neler vermem
gerekir, yaptıktan sonra karşılığında ne kazanırım?” Eksiler ve artılar
hesaplandıktan sonra zarara uğrayacağını düşünüyorsa ya da daha doğru ifadeyle elde
edeceklerinin sarf ettiği çabaya, uğradığı zarara ve sunduğu fedakârlıklara
değmeyeceğini düşünüyorsa daha fazla uğraşmak istemiyor. İşin sonunda başarıya
ulaşacağını ve elde edeceği şeyin buna değer olduğunu düşünüyorsa uğraşmak
istiyor. Peki ya özgürlük? Özgürlük için uğraşmaya değer mi sence sevgili okur?
---
Sadece olumsuz durumlar üzerinden örnek vermemek gerek.
Bazen bir arkadaşınız doğrudan iyi niyetlerle size bir şeyler ısmarlamak ister.
Ama siz onu kendinize yeterince yakın bulmuyorsunuzdur. Teklifini reddetmek
istersiniz. Reddettiğinizdeyse ısrar edeceğini bilirsiniz. Uğraşmak istemez ve
şöyle dersiniz: “Tamam dostum, kahveler senden olsun.”
---
Bugün güzel Türkiye’mizdeki durum da askerde olanlardan çok
farklı değil. Birileri kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir başkasını hak
hukuk gözetmeden saf dışı bırakmakta sakınca görmüyor ve halkımız tıpkı
askerdeki albay gibi hukukun yanında yer almaktansa olayları görmezden geliyor.
“Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyor. Belki Ekrem’lerin eleştirilecek çok
tarafları vardır. Ama burada mesele Ekrem’ler değil, hukuk.
Askerde, olan her şey komutanın sorumluluğundadır. Öyle de
olması gerekir. Çünkü komutan askerler üzerinde yönetme yetkisine sahiptir.
Eğer birlik içinde Tayyip Başçavuş bir yanlış yapıyorsa bunun bir sorumlusu da
albaydır. Bir ülkedeyse her şeyin sorumlusu halktır. Aslında halk, tıpkı
askerdeki albay gibi herkesten güçlüdür. Ama maalesef Tayyip Başçavuş ve albay
gibi halk da hukukun ne olduğunu bilmiyor. Şimdi albayın adına neden “Halk”
dediğimizi daha iyi anlıyorsun değil mi sevgili okur? Peki sen biliyor musun
hukukun ne olduğunu? Yoksa biliyorsun fakat uğraşmak mı istemiyorsun? Seni
bilmem. Ama ben artık artıları ve eksileri hesapladığım zaman uğraşmak
istiyorum. En azından bazı haksızlıklarla artık uğraşmak istiyorum. Uğraşmak
istiyorum çünkü bu halde nefes bile alamıyorum. O gün geldi Şenol! Artık bana o
espriyi yapamayacaksın.
“Uğraşmak istiyorsun ama neler yapıyorsun?” diye soracak
olursan sevgili okur; bu yazıyı örnek gösteririm sana. İster binlerce kişi
okusun ister hiç kimse. Yine de yazıyorum. Belki yine yenilirim ama en azından
safım belli olur. İbrahim’i yakmak isteyen ateşe su taşıyan karınca misali…
Ve biliyorum ki tek karınca ben değilim.
Not
Yazıdaki zaman eklerinin kullanımında karışıklık var. Düzeltmeye üşendim, uğraşmak istemedim. Neden sence?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder