Sen’e ulaşmak
Yazıya dair kısa bir not: İnternette gezinirken birçok yazarı olan bir siteye denk geldim ve sitede astroloji üzerine de yazılar olduğunu görünce ilgim beni harekete geçirdi. “Ben de burada yazabilirim” diye düşünüp ilgili kişilerle iletişime geçtim ve örnek olması için bir yazı gönderdim. Sonrasında yazılarımı yayımlamayı kabul ettiler. Ben de aşağıdaki yazıyı hazırlayıp gönderdim. Yazının yanında kısa özgeçmiş ve fotoğraf göndermemi istediler. Onları da gönderdim. Üzerinden epey zaman geçti. Cevap vermediler. Muhtemelen yazıyı sindiremediler. Ama belki de özgeçmişim diğer yazarlarınkine benzemediği içindir. Yahut gönderdiğim fotoğrafı da beğenmemiş olabilirler😊. Sonuç olarak yazıyı yayımlamadılar.
Yazıda, iletişime geçtiğim hanımefendinin ismini değiştirdim.
Keyifli okumalar...
---
Merhaba “X” internet sitesi okurları, burada yazmaya
başlamadan önce sitenin sorumlularından Yeliz Hanım’la kısa bir iletişimimiz
oldu. Mail üzerinden birkaç cümle yazıştık ve bu sırada kendisi bana “Muammer
Bey” diye hitap etti. Toplumca kabul edilmiş nezaket kuralları gereğince başka
türlü konuşması pek de beklenemezdi. Ama ben, bana ne zaman “Bey” diye hitap
edilse, bu sözcüğü benimsemekte güçlük çekerim. Hatta dürüst olmak gerekirse
hiç üzerime alınmam. Çünkü kendimi “Muammer Bey” olarak tanımla(ya)mıyorum.
Adıma “Muammer” demişler. Bu benim için yeterli gibi geliyor.
---
Üniversite öğrencisiyken bir liseye staj için gidiyordum.
Derse girdiğimde öğrenciler bana “Hocam” diye sesleniyorlardı. Bu kelimeyi ilk
duyduğumda garipsemiştim. Üzerime alınmalı mıyım alınmamalı mıyım bilememiştim.
Burada beni rahatsız eden bir şeyler vardı sanki. Üzerine düşünmek gerekiyordu.
O zamanlar çok önemsememiştim bu konuyu. Üzerine de düşünmemiştim.
Staja devam ettiğim sıralarda hava almak için ara sıra evimin çok yakınındaki parka gitmeye başlamıştım. Büyüklerin köpekleri gezdirmek için, küçüklerinse futbol vs. oynamak için gittiği Mısırlıbahçe Parkı’na. Sahada futbol oynayan liseliler takım oluşturmak için eksik kaldıklarında onlarla oynamam için bana teklifte bulunuyorlardı. Ben de onları kırmıyordum. Birkaç kez birlikte maç yaptıktan sonra onlarla arkadaş olmuştum artık. Bazıları beni çok seviyordu. Bir tanesi hariç hepsi bana “abi” diyordu (O bir tanesi kimseye “abi” demiyordu). Evet, “Ağabey” değil “abi” diyorlardı. Burada da hoşuma gitmeyen bir şeyler vardı. Ama ben de konu üzerine düşünmemekte kararlıydım. Çünkü kendimi yoramazdım. Düşünmek zahmetli iştir sonuçta. İnsanların çoğu, biraz da bu yüzden pek düşünmezler zaten. Parktaki arkadaşlarımla sohbet ederken bazen kızlar da bize eşlik ediyorlardı. Onlar da 15 yaşlarındaydılar. Kızların çoğu bana “abi” demiyordu. Çünkü demek istemiyorlardı. Bu durum, bana aramızda flörtöz gerilimler varmış gibi hissettiriyordu. Olabilirdi. Ben de küçükken birçok kez kendimden büyüklerden hoşlanmıştım. (Zaman zaman hâlâ hoşlanırım.) Bir gün parkta arkadaşlarımla sohbet ederken içlerinden ilk kez konuştuğum bir kız bana sürekli “siz” diye hitap ediyordu. Aklıma takılmıştı. Bu kızcağız bana neden sürekli “siz” dedi diye durumu sorgulamıştım. Ama yine üzerinde çok durmamıştım. O zamanlar, “Acaba beni tanımadığı için mesafe mi koymaya çalışıyor?” diye düşünmüştüm. Ama içimde bir yerler bu düşünceyi kabul etmemişti. Çünkü o kıza karşı içimde bir sıcaklık hissetmiş, yakınlık duymuştum. Şimdilerde konu üzerine düşününce o kızın bana “siz” derken, içine saygı karışmış sevgisini sunmak istediğini anlıyorum. Böyle bir yol izlemişti. Çünkü o anda sevgisini ancak böyle sunabileceğini düşünmüştü. Ben de onu sevmiştim. Umarım o da bunu hissetmiştir.
Aradan çok zaman geçti. Yedek subay olarak askere gittim. Komutan olarak yani. Sözde komutan. Ama çok da sözde sayılmazdı. Kişiliğinize göre değişmekle birlikte, uzman çavuşlar ve astsubaylar size kolay kolay olumsuz söylemlerde bulunamıyorlardı ve sonuçta erler size “komutanım” diyordu. Bu komutanım deme olayı da çok hoşuma gitmemişti. Evet, komutan olan birine “komutan” denilmesinde bir sakınca yok. Ama bunun bir zorunluluk olmasından hoşlanmıyordum. Üstlerime böyle hitap etmekten gocunmuyordum. Çünkü hem zoruma gitmiyordu hem de böyle hitap etmezsem bedelini ödemek zorunda kalırdım. Bedeli de ağırdı. Ağırdı derken, yüksek cesaret gerektirmiyordu. Korkmuyordum zaten. Ama çok çaba harcamanız gerekirdi. Buna değmezdi. Erlerin bana “komutanım” demesi de sadece soyut ve mantıksal bir rahatsızlık uyandırıyordu içimde. Asla isyan etmedim. Ama bir gün ukala bir erle karşılaştım. Kendi içinde herkesi küçümsüyordu. Kimseye “komutanım” demek istemiyordu. Ama herkese öyle demek zorundaydı. Ona, eğer isterse bana ismimle hitap edebileceğini söyledim. İstemedi. Ben de zaten daha söylerken zamanı durdurup cümlelerimi geri almak istedim. Çünkü bunu kabul etmesi demek, sisteme çomak sokmamız anlamına gelecekti. Çomak sokmaktan çekinmeye gerek yoktu. Ama bu çomak bizi bir mücadeleye sürükleyecekti. Bu da çaba gerektiriyordu. Değmezdi.
Birkaç ay sonra kimseye boyun eğmek istemeyen, hemen hemen
bütün amirleriyle arası kötü olan başka bir erle sohbet ediyorduk. Beni
severdi. Ben de onu arkadaş olarak görürdüm. Benim rahat tavırlarımdan ivme
kazanarak bir gün bana aniden ismimle hitap etti. Şaka falan da yapmıyordu.
Gayet ciddiydi. Tabii ki kızmadım ona. Böyle bir davranıştan dolayı kızgınlıkla
bir tepki vermeye yetkili görmüyordum kendimi zaten. Ama durdurdum onu. Sonra
uygun bir dille bir daha bunu yapmaması gerektiğini söyledim. Çünkü benim rahat
davranışlarım bile sisteme çomak sokmaya yetiyordu bazen. Ara sıra uzman
çavuşlar, erlere çok yüz verdiğime dair bana sitem ediyorlardı. Aslına
bakılırsa etsinlerdi. Önemli değildi. Sisteme çomak sokma konusunda da
istekliydim. Ama dedim ya, çok çaba isterdi. Bunun için enerji harcamak
istemiyordum.
Askerlik bittikten birkaç ay sonra bir ara spor salonuna
yazıldım. Orada çalışan herkese “siz” diye hitap ediyordum. Onların çoğu bana
“sen” diye hitap ediyorlardı. Spordan sonra kahve alırken onlarla ettiğim
sohbetlerde “sen” diye konuşabileceğim samimiyet derecesine ulaşmış olsak da
yine de onlara “siz” demeye devam ediyordum. Bu durumda karşı taraf da aradaki samimiyetin derecesini
tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyabiliyordu. Bu yaptığıma ilk başta
kendim de anlam veremedim. Sonra konu üzerine düşünmekten bu kez alıkoyamadım
kendimi. Düşündükçe, davranışlarımın sebebini keşfettim. Spor salonunda çalışan
arkadaşlara “siz” demeye devam ediyordum çünkü onları seviyordum ve parktaki
kızın yaptığı gibi sevgimin içine saygı karıştırıyordum. Ama aynı zamanda bu
benim eşitlik anlayışımın bir parçasıydı. Askerdeyken üstlerime “siz” deyip de
burada spor salonundaki insanlara “sen” demek benim eşitlik anlayışıma
uymuyordu. Ya herkese “sen” diyecektim ya da herkese “siz” diyecektim. Herkese
“sen” diye hitap etmek mümkün değildi. Bu yüzden herkese “siz” diyordum. Ama bu
da gülünç olmaya başlamıştı. Spor salonundakilerle samimiyetim azar azar da
olsa gün geçtikçe artıyordu. Dışarıdan bakıldığında tıpkı, parkta bana “siz”
demeyi bırakmayan liseli kız gibi görünüyordum. Bir mahsuru yoktu elbette.
Hatta sevimli bir görüntüydü. Ama mantığım bunu çoktan reddetmeye başlamıştı.
Konu üzerine düşünmeye devam ettikçe, uygulanması mümkün olsun ya da olmasın
bana daha doğru gelen seçeneği tercih ettim. Tercih etmek zorunda kaldım. Artık
herkese “sen” diyecektim.
Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da karar vererek
büyük mesafe katetmiş olsanız da henüz çözüme ulaşamayabiliyorsunuz. Karar
vermiştim ama nasıl uygulayacaktım? Birkaç hafta sonra yüksek lisansa
başlayacaktım. Orada akademisyenlere ve profesörlere “sen” diye hitap
edebilecek miydim? Onlara, sadece isimlerini kullanarak seslenebilecek miydim? Kendimde
bunu yapacak haddi ve cesareti pekâlâ rahatlıkla buluyordum. Peki yaptığımda ne
olacaktı? Muhtemelen toplumsal kabullerden kolayca sıyrılamayan
akademisyenlerle karşılaşacaktım ve onlar, benim davranışım karşısında önce
biraz afallayıp sonra da sert tepkiler vermekte gecikmeyeceklerdi. Beni okuldan
atma yoluna girmezlerse bu kazanabileceğim bir mücadele olurdu. Ama yine çok
çaba gerekirdi. Ayrıca insanların dengelerini ani bir şekilde bozmaya gerek var
mıydı?
Aslına bakılırsa insanların dengesini çok da umursamıyordum.
Ama artık kazanmak istiyordum. Aynı zamanda, kendimi hırpalamama değmeyeceği
için çok çaba sarf etmeden kazanmak istiyordum. Sınıfa girip hocaya ismiyle
hitap edip mertçe çarpışarak bu şekilde kazanamazdım. O zaman ne yapmam
gerekirdi? Belki de bu yazıyı yazmalıydım. Yazıyı yazınca kazanmış
olmayacağımın farkındayım ama en azından nara atmış olacağım. Zaten bu tür
konularda büyük değişimler olması birey düzeyinde olduğu gibi toplum düzeyinde
de çok zaman alır.
Yüksek lisansa başladığımda akademisyenlere “siz” diyerek
hitap ettim. Eğer “sen” deseydim alacağım tepkiler konusunda tahminlerim beni
yanıltmadı. Yanılmadığımı, bir öğrenci derste sıraya dizini yasladığı için “saygısızca
oturuyor” gerekçesiyle profesörümüz tarafından iğnelendiğinde anladım. O
öğrenciye de bir sonraki hafta kıpır kıpır enerjisi ve haylaz tavırları hoşuma
gittiği için yaklaşmak istedim.
Ama soğuk karşıladı beni. Belki sevgilisi vardı. Belki de yoktu. Neden soğuk
konuştuğuna dair tahminlerim var. Ama tam olarak bilemem. Bildiğim şey şu: Bir
sonraki haftadan itibaren yüksek lisans derslerine bir daha gitmedim. Ama
hitaplar konusu üzerine düşünmeye devam ettim.
---
Muammer Bey,
Yeliz Hanım,
Bilmem nerenin müdürü Ahmet Efendi,
Bilmem kimin yeğeni Ali Ağabey,
Şuranın sahibi Mahmut Ağa,
Buranın valisi Sayın Recep Bey,
O çok önemli kürsünün ordinaryüs profesörü Celal Hoca,
Saygıdeğer büyüğümüz Fatma Nine,
Ulu Kraliçe Elizabeth,
Hakanlar Hakanı, Sultanlar Sultanı, Akdeniz’in ve Rumeli’nin
sahibi koskoca Sultan Süleyman Han
Ve son olarak siz efendim siz, çok değerli yüce şahsiyet
olan siz, ama asla sen değil, siz!
Keşke beyleri, hanımları, abileri, efendileri, sayınları,
sizleri vs. bir kenara bırakıp birbirimize sadece isimlerimizle hitap etsek.
Keşke insanlar bana “hocam, bey, komutanım, abi, siz” demeyi bırakıp senli
benli bir şekilde sadece “Muammer” diye hitap etse… Gerçi bazen bundan da emin
olamıyorum. Yıllar önce ailemden biri bana bu ismi uygun gördü diye bir ömür
neden bu isimle çağrılmak zorundayım? Belki bana daha uygun bir isim vardır.
Gerçek ismim ne benim?
Dede Korkut Öyküleri’ne göre eski Türkler bir dönem
çocuklarına yeteneklerine göre isim verirlermiş. Ortaokulda dinlediğimiz, Dirse
Han’ın oğlunun boğayı devirerek “Boğaç” ismini alması hikayesindeki gibi. Bu
örnekte, isimlerin veriliş şekli uygun ve mantıklı bir yolmuş gibi görünse de
birine boğayı devirdi diye “Boğaç” ismini vermek çok kullanışlı bir yöntem
değildir. Çünkü bu durumda bazı çocuklar isimsiz kalabilirler. Bu durumdaki çocuklara
da “Adsız” denirmiş. İsimsiz kalan çocuklara “Adsız” ismini vermenin de
gereksiz üzüntülere yol açabileceği göz ardı edilmemeli.
İsim konusuyla ilgili bir menkıbe anlatılır. Bir gün, İslam
Tasavvufu’nun büyüklerinden kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi’ye bir adam ismini
sorar. Cüneyd cevap verir: “Bilmiyorum.” Tıpkı Cüneyt gibi ben de gerçek ismimi
bilmiyorum.
Arıyorum.
Bulamıyorum.
Belki benim için de en uygun isim “Adsız”dır.
Belki de yakında bir boğa da ben devireceğimdir…
---
Birçok dilde kendine farklı biçimlerde yer edinmiş “sen-siz”
ayrımları ve “bey, hanım” gibi ifadeler, pek çok kimse tarafınca, henüz hazır
olunmayan samimiyetlerin kurulmasına engel olması bakımından gerekli görülür.
Oysa bir insana “sen” diye hitap etmemiz onun sınırlarını ihlal ettiğimiz
anlamına gelmez. Evet, siz yeni tanıştığınız birisine “siz” diye hitap edip
“bey, hanım” gibi tabirler kullanıyor olmanıza rağmen o size “sen” diye hitap
edip sadece isminizle hitap ederse kendinizi işgale uğruyormuş gibi
hissedebilirsiniz. Ama siz böyle hissediyorsunuz diye gerçek bu olmak zorunda
değildir. Karşınızdaki kişi varlığı bakımından sizi kendisiyle eşit gördüğü
için “siz veya bey, hanım” diye hitap etmiyor olabilir. Aynı zamanda size sadece
isminizle ve “sen” diyerek hitap etmesine rağmen çok saygılı davranıyor
olabilir. Ayrıca saygısız davransa dahi bu ayrı bir konu olarak ele
alınmalıdır. Hem birisi size “siz” diye hitap etmesine rağmen saygısız davranabilir.
Dolayısıyla kişisel sınırlar ve saygı konusunun “sen ve siz” kelimelerinin
kullanımıyla ilgisi yoktur.
Yeliz Hanım bana sadece “Muammer” demiş olsaydı saygısızlık
mı etmiş olurdu, ya da beni küçümsemiş mi olurdu? Ya da ben Yeliz Hanım’a mesaj
gönderirken “Yeliz” diye hitap etseydim saygısızlık mı etmiş olurdum? Ona
hürmet etmeyen lakayıt bir genç mi olurdum? Haddimi aşmış mı olurdum? Bir
insana makamı, mevkisi, rütbesi, yaşı ne olursa olsun adıyla seslenmek
saygısızlık etmek mi demektir? Birine hitap ederken illa bilmem nerenin müdürü,
şuranın valisi, buranın amiri, bilmem nerenin bilmem nesi olan yüce şahsiyet
diye mi hitap edilmelidir? İsimlerimiz yetmez mi? Mezar taşlarına da sadece
isimlerimiz yazılmıyor mu ki? Bey, hanım, efendi diye yazdıranı gördünüz mü hiç?
Ben görmedim. Sadece “Bilmem kim oğlu bilmem kim” diye yazar. Bunun sebebi de
eskiden mezar taşlarını bu şekilde tanımanın daha kolay oluşu. Soyadı
kanunundan sonra belki buna da gerek kalmamıştır. Sahi, sıfatlara gerek yokken
neden birbirimize isimlerimizle hitap etmiyoruz? Çünkü alışkanlıklarımızın
dışına çıkmakta zorlanıyoruz ve kibirliyiz. Çoğunlukla da kibirliyiz. Kendimizi
değerli görmüyoruz. Değerli görmedikçe de karşımızdakinden bize “bey, hanım”
demesini bekliyoruz. Demek istemezse zorla dedirtmeye çalışıyoruz. O da olmadı
küsüyoruz, darılıyoruz. Ama bir türlü “siz”den “sen”e geçmeyi düşünmüyoruz.
“Bey, hanım, siz, abi, abla” gibi tabirler toplumsal yaşamda
gizli hiyerarşiler (çok gizli olduğu söylenemez) oluşturuyor. Örneğin,
üniversitedeki hocalara “siz” diye hitap ediliyor. Onlarınsa neredeyse tamamı
öğrencilerine “sen” diye hitap ediyor. Bunun sonucunda kaçınılmaz bir hiyerarşi
oluşuyor. Daha sonra birçok hoca, istedikleri gibi öğrencilerin sözünü
kesebiliyor, hatta onları azarlayabiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Misal,
babanıza “baba” demek yerine ismiyle hitap etseniz nasıl bir tepki alırsınız? Yahut
cumhurbaşkanına ismiyle hitap etseniz bu davranışınız nasıl karşılanır? Ama
eğer babanız, okuldaki hocanız veya cumhurbaşkanınız Yunus Emre olsaydı, ona
“sen” diyerek ve ismini kullanarak hitap etseydiniz n’apardı? Eğer
hayalimizdeki gibi biriyse size kızar mıydı, yoksa gülümseyerek mi karşılardı?
Sinoplu Diyojen, İskender’e “siz” diye mi hitap etmiş? Ya da
“İskender Bey” veya “Sayın Kralım” diye mi hitap etmiş? Hayır. “Dile benden ne
dilersen” diyen krala karşı, “Gölge etme!” diye sert bir cevap vermiş. Büyük
İskender’in de karşılık olarak askerlerine dönüp “İskender olmasaydım, Diyojen
olmak isterdim.” diye konuştuğu söylenir. Daha sonra da Diyojen’in “Diyojen
olmasaydım da Diyojen olmak isterdim!” diyerek konuyu kapattığı aktarılır.
Yaşamlarımızdaki hiyerarşilerin birçok kez farkına bile
varmıyoruz. Mesela, kendimizi hayvanlardan üstün görüp onların sahibiymiş gibi
kabul ediyoruz. Evet, onlardan birçok konu bakımından üstünüz. Hatta onları
bazen keyiften bazense zorunluluktan bir köle gibi kullanıyoruz. Ama yine de
onların sahibi değiliz. Biz ne kadar “var” isek, onlar da o kadar varlar.
Varlık bakımından eşitiz. Ama onlardan bahsederken genellikle “benim köpeğim,
senin kedin, onun kuşu” diye bahsediyoruz.
“Dört ayaklı dostum” veya “miyavlayan arkadaşım” diye pek bahsetmiyoruz.
Oruç Aruoba, bu konudaki durumumuzu, “Sizin köpeğiniz mi?” sorusuna verdiği
“Hayır, ben onun insanıyım.” cevabıyla çok hoş anlatır. Elbette burada Oruç
Aruoba edebi becerisiyle hatamızı yüzümüze vurur. Fakat düşünsel zeminde olması
gereken, “ne onların bizim hayvanımız ne de bizim onların insanı olmadığımız
gerçeğini” benimsemektir. Olması gereken, dünya denilen bu yerde hayvanlarla
yoldaş olup birlikte yol yürüdüğümüzü kabul etmemizdir.
---
Ya sen sevgili okur? Sen de mi “siz”de takılı kalıyorsun?
Bir gün sokakta karşılaşsak bana “siz” diye mi hitap edeceksin? Ya da ben sana
“sen” diye hitap edersem kızacak mısın? Sen’e ulaşamayacak mıyız hiç?
Bu soruların cevaplarını bilmiyorum.
Ama olur da bir gün bana ulaşacak olursan gerçek ismimi
öğreneceksin.
Öğrendiğinde bana da söyleyecek misin?
Çünkü tek başıma alamıyorum ismimi.
Çünkü boğayı tek başıma devirmeye gücüm yetmiyor.
Baksana şu yazıyı bile çok iyi yazamadım. Yoruldum. Özenemedim. Haliyle yazı da biraz dağınık oldu. Sen de tut ucundan. Toparla şu yazıyı. Yazar ne demek istemiş anlamaya çalış. Kolay mı öyle bir insana ulaşmak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder