10 Mayıs 2025

Eşeğin başçavuşu

3 Ekim 2023. Günlerden Salı. Yer: Tunceli-Hozat. Nam-ı diğer Dersim. Kimine göre Dersim kimine göre Hozat.

Askerdeyim. Prefabriğimsi odamdan çıkıp karargâha gidiyorum. Gazinodan geçerken bahçedeki kamelyalardan birinde asteğmenlerin hararetli bir şekilde konuşmaları dikkatimi çekiyor. Yanlarına gidip neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Terhis olup evine dönmek üzere olan Mehmet, heyecanla bir şeyler anlatıyor. Birlikten ayrılmadan önce saç tıraşı olmak istemiş. Berber olarak da bir süredir tanış olduğu Gaziantepli bir eri seçmiş. Mehmet de Kilis’tendi. Kilis ve Gaziantep’in yakın olması sebebiyle aralarında hemşehrilik esaslarına dayanan bir bağ vardı sanırım. Erin ismine, kimliğini açığa çıkarmamak için “Ekrem” diyelim. Ekrem’i tanımıyorum. Sadece, gazinodan başka bir erle kavga edip karargâh berberliğinden topçu taburunun berberliğine gönderildiğini duydum. Mehmet de askerdeki son tıraşını artık topçu taburunun berberi olan Ekrem’in yapmasını istemiş. Tıraş olmadan veya bittikten sonra topçu taburundaki başçavuş, Mehmet ve Ekrem’in yanına gelmiş. Başçavuşun ismi de “Recep” olsun. Eğer isterseniz “Tayyip” de olabilir.

Tayyip Başçavuş berber bölümüne geldikten sonra Ekrem’e “topçu taburundan olmayan birini tıraş etmemesi gerektiğini” ve “emirlerine uygun davranmadığını” söyleyerek kızmış. Ardından Ekrem’i bulundukları kısımdan çıkarıp biraz hırpalamış. Anladığım kadarıyla, “şiddet uygulamış” diyebileceğimiz kadar hırpalamış. Çok sonraları Tayyip Başçavuş ve Er Ekrem arasında birkaç gündür süregelen bir gerginlik olduğunu duymuştum.

Ekrem’in maruz kaldığı muamele üzerine Mehmet de Ekrem’i savunmak istemiş. O sırada Tayyip Başçavuş’la Mehmet arasında sözlü münakaşa yaşanmış, küfürler edilmiş. Kavga çıkacakken topçu taburundaki uzman çavuşlar vs. araya girmişler. Daha sonra olay, o anda birliğimizdeki en rütbeli asker olan albaya taşınmış. Konuyu albaya taşıyanın Mehmet olduğu aklımda kalmış. Albayımızın adı da “Halk” olsun. Mehmet, “Halk” isimli albaya konuyu anlattıktan sonra albay, Tayyip Başçavuş’u çağırtmış. Ardından ona “Yaptıklarını sana yakıştıramadım.” demiş. Sonra konu kapanmış. Daha sonra da Mehmet gazinoya gelip olayı asteğmenlere anlatmaya başlamış.

---

Askerdeyken, içinde bulunduğum ortamın rezilliği dolayısıyla acı çekmemek için zaman zaman aklımı ve düşüncelerimi bir kenara bırakıp kendimi koşullara teslim ediyordum. Bu teslimiyet de bazen gevşememe sebep oluyordu. Gevşediğim anlarda ise olaylara ilk başta duygusal reaksiyonlar verebiliyordum. Mehmet olanları anlattıkça, albayın konuyu bu şekilde kapatmış olmasına öfkelendim. Benimle beraber diğer asteğmenler de durumdan rahatsız oldular. Öfkem dolayısıyla ilk başlarda Tayyip Başçavuş’un astı olan bir ere şiddet uyguladığı için gereken cezayı alıp bedel ödemesini istedim. Fakat bu isteğimin yanlış olduğunu anlayıp kısa bir süre sonra zihnimi toparladım. Çünkü gerçek bir hukuk, cezalar üzerine ve adalet örtüsü altına gizlenmiş intikam duygularına değil; masumiyet üzerine kurulmalıdır. Çünkü her insan bir bakıma masumdur. Tayyip Başçavuş, Ekrem hata yapsa da; ona şiddet uygulamanın yanlış olduğunu bilseydi bunları yapar mıydı hiç? Yahut taburdaki otoritesinin sarsılıp gücünü kaybedeceğinden endişelenmeseydi Ekrem’e böyle yapar mıydı? Bilmiyordu ki. Doğrunun ne olduğunu bilmiyordu. “Hakkın, hukukun, adaletin” ne olduğunu bilmiyordu.

Kendimize düşman olarak cahili değil cehaleti; zalimi değil zulmü seçmeliyiz. Çünkü her insan, içinde iyiliğe dair izler taşır. Hatta bazen bize böyle görünmese de insanlar daima iyiye hizmet etmeye çalışırlar. Zaten böyle olmasaydı, iç dünyalarında çelişkiye düşüp belki de çıldırırlardı. Sadece bazıları, iyinin ne olduğunu pek bilmiyorlar. Henüz keşfedememişler. Belki hiçbirimiz tam olarak bilmiyoruz. Ama görünen o ki bazılarımız çok az biliyor…

Her insanın içinde iyiliğe dair emareler bulunduğuna dair tasavvuftan bir menkıbe aktarılır: Bir akşam tekkeye, konaklamak amacıyla bir yolcu misafir olur. Şeyh Efendi bu adamla her ne kadar hoşluğa, esenliğe dair konuşmak istese de adam çok terstir ve her konuda olmadık sözler söyler. Şeyh Efendi’nin musahabeye dair bütün çabaları sonuçsuz kalır. Sonra adam, “Yoldan geldik hayvan acıkmıştır, ben şu merkebin yemini vereyim” diyerek oturduğu yerden kalkıp gider. O sırada Şeyh Efendi derin bir iç çeker ve sonunda iyiliğe, güzelliğe dair konuşabilecekleri ortak bir nokta bulunduğunu düşünür. Çünkü adamın eşeğe yem vermeyi düşünmesi onun içindeki iyiliğin göstergesidir.

---

Tayyip Başçavuş’un yaptığı yanlış olsa da artık asıl istediğim onun ceza alıp bedel ödemesi değil, yaptıklarının yanlış olduğunu anlayıp bu şiddet davranışını tekrarlamamasıydı. Aynı zamanda Ekrem’e de yaşadıklarından dolayı psikolojik destek sağlamak istiyordum. Bunu hem insani hem de askeri görevim olarak görüyordum. Askeri görevim olarak görmemin sebebi benim bir RDM Subayı (Psikolog subay) oluşumdu. Birliğimizdeki sağlık işleriyle ilgilenen personelin başka bir bölgede görevli olması sebebiyle ben onun yerine bakıp sağlık işleriyle ilgileniyordum ama asıl görevim psikologluktu. En azından öyle olması gerekirdi.

Ben yaşananlar üzerine düşünürken Mehmet’in arkadaşlarından Çağrı, olaydan rahatsız olup Ekrem’le görüşmüş. Ona, Tayyip Başçavuş’u CİMER’e şikâyet edebileceğini vs. söylemiş. Çağrı’nın Ekrem’e bunu söyleyişine Tayyip Başçavuş’a yakın olan uzman çavuşlar tanıklık etmiş. Ardından Çağrı’nın bu yaptığı tüm tugayda duyulmuş. Beklendiği gibi Tayyip Başçavuş da duymuş ve öfkelenmiş. Bunlar olurken ben de “psikolog subay” sıfatıyla topçu taburundaki bölük astsubayını arayıp Ekrem’le bir an önce görüşmek istediğimi, Ekrem’i bir an önce Danışmanlık Merkezi’ne göndermesi gerektiğini sert bir dille söyledim. Sert üslubumun sebebi öfke değil, işin aksamamasını istememdi. Çünkü bilirsiniz ki bazı insanlar yumuşak üslubu suistimal etmeye çok yatkındırlar. Topçu taburunun bölük astsubayının yumuşak üslubu suistimal edip etmeyeceğine dair elimde bir bilgi ya da veri yoktu. Ben de risk almayıp sert üslup tercih ettim.

O gün Ekrem’i görüşmeye göndermek şöyle dursun, dört koldan bizi durdurmaya çalıştılar. Çağrı’nın ve benim yaptığım bu hamlelerden sonra önce topçu tabur komutanının vekili olan üsteğmen, sonra da “Halk” isimli albayımız bizi çağırdı.

O günlere dair aldığım notlar çok net. Ama bazı kısımları tam hatırlayamadığım için yanlış bilgi aktarmak istemiyorum. Notlarımda; “3 Ekim’de Çağrı ve biz, ayrı ayrı üsteğmenden ve albaydan fırça yedik” diye yazmışım. Üsteğmenin söylediklerini hatırlamıyorum ama “Halk” isimli albayın söylediklerini hatırlıyorum. Hem de çok iyi hatırlıyorum. Albayın “makamına” Çağrı’yla değil, ismi Turan olan başka bir asteğmenle çıkmıştım. Albaya, Tayyip Başçavuş’la da görüşmek istediğimizi, kendisinin öfke problemi olabileceğini söylediğimde; Albay da bize cevap olarak şunları söylemişti: “Tayyip Başçavuş’la görüşmeniz iyi olur evet. Ama Ekrem’in götünü kaldırmayın!” Aslında “Ekrem’in götünü kaldırmayın” değil; “Erin götünü kaldırmayın” demişti. Çünkü ismini bilmiyordu. Bilmemesi normaldi. Kendisi, konunun uzatılmamasını istemişti. Bu olayla “uğraşmak istemiyordu”.

Adı “Halk” olan albayın bize söylediklerinden sonra cevap olarak: “Aslında yapmaya çalıştığımız şey Er Ekrem’in götünü kaldırmak değil, biz sadece temel insani haklara uygun hareket etmek istiyoruz.” demek istedim. Ama tam o anda içimdeki ses bana kendini duyurdu. Şöyle diyordu: “Uğraşmak istemiyorum!” Sonrasında “Emredersiniz komutanım” dedim ve Turan Asteğmen’le birlikte oradan ayrıldık. Ama meğerse Ekrem bu şiddet olayını CİMER’e yazmayı çoktan kafaya koymuş…

---

4 Ekim Çarşamba

Yakında üst komutanlıklardan birliğimizi denetlemeye gelecekler. Birlik olarak atış, spor vs. konularında çeşitli testlere tabii tutulacağız. Bütün tugay olarak bir yandan da bu testlere hazırlanıyoruz. 4 Ekim’de gün boyu atıştayız. Ekrem’le görüşemedim.

5 Ekim Perşembe

24 saat boyunca nöbetçi olduğum bir gün. Ekrem’le yine görüşemedim. Ama öğle arasında Turan Asteğmen’le beraberken Tayyip Başçavuş bizimle konuşmak istedi. Bu isteği tabii ki geri çevirmedik. Detayları aktarmayacağım. Çünkü yazacak olursam bu bir dergi yazısı değil kitap olur gibi geliyor. Sadece şunları söyleyebilirim: Tayyip Başçavuş bizi dinlemiyordu bile. Sanki biz başçavuşun eşeği, o da eşeğin başçavuşuydu. Tabii dinlememesinde bizim de payımız vardı. Birer psikolog olarak ona önce, onu anladığımızı ve kendisini yargılamayacağımızı hissettirecek cümleler kurmalıydık. Bunu yapamadık. Çünkü olanlardan biz de etkilendik ve o anda içinde bulunduğumuz duruma psikolog gözüyle bakamadık. Bundan emin değilim ama Tayyip’le iyi bir psikolog gibi konuşsak başarılı olabilirdik diye düşünüyorum. Normal bir insan gibi konuşarak iletişim kurmamız çok zordu. O, bize kulak vermedikçe benim konuşma isteğim azaldı. İçimdeki ses bana tekrar fısıldadı: “Uğraşmak istemiyorum!”

6 Ekim Cuma

Topçu taburu komutanının vekili olan üsteğmen ile görüştük. Ekrem’le bizi pazartesi günü görüştüreceğini söyledi. Daha sonra gün içinde albayla karşılaştık. Ekrem’i yatıştırmamız yönünde bizi telkin etti.

7-8 Ekim Cumartesi-Pazar

Hafta sonu olduğu için herhangi bir gelişme yaşanmadı. Ama öyle zannediyorum ki bu aralar Ekrem, ailesi aracılığıyla CİMER’e şikâyette bulunmuş. Çünkü birkaç gün sonra evrak kısmında çalışan bir asçavuştan; Ekrem’in ağzından yazılmış ve içinde, CİMER şikayetinin anlık bir gaza gelişle yapıldığını belirten cümleler bulunan bir belge gönderildiğine dair bilgi edindik. Aşikâr olduğu üzere olayın büyümemesi için gönderilmişti bu belge. Hukukun yok sayıldığı bu tür yöntemler beni zerre şaşırtmadı. Zaten 6 Ekim günü öğle arasında Tayyip Başçavuş’la görüşürken; Ekrem’in haftalar önce gazinodaki başka askerle kavgasına dair tutanak tutturmak istediğini anlamıştık. Anlamıştık derken; kendi ağzıyla söylemişti. Ekrem’e serseri muamelesi yaparak kendi elini güçlendirmek istiyordu. Çünkü korkuyordu.

Bu anlattıklarım sana da tanıdık geliyor değil mi sevgili okur? Bugünlerde başka bir Tayyip başka bir Ekrem’e hırsız muamelesi yapmak istemiyor mu? Askerdeki Ekrem belki biraz serseriydi. Bilemem. Ama sence diğer Ekrem hırsız mı? Yoksa diğer Tayyip de bizim başçavuş gibi korktu da karalama kampanyası mı yapıyor?

9-10 Ekim Pazartesi-Salı

Bugünler için, üsteğmenin Ekrem’i görüşmeye göndermediğini not almışım.

Tam gününü hatırlamıyorum ama bir ara CİMER fikrini Ekrem’e ileten Çağrı ile kısa bir sohbetimiz oldu. Yaşananlarla ilgili ne düşündüğünü sordum. Yakın zamanda terhis olacağını söyledi. O da daha fazla “Uğraşmak istemiyordu.”

11 Ekim Çarşamba

Yine gün boyu atıştaydık. Atışlarda bazen saatlerce beklememiz gerekebiliyordu. Bazen akşamları da “gece atışı” yapıyorduk. Atış olmadığı zamanlarsa sağlık kısmında acil halletmem gereken işlerim olabiliyordu. Sonuçta oradayken bana verilen asıl görev, sağlık işlerini halletmemdi. Ekrem’in peşine düşecek vakit bulamıyordum.

12 Ekim Perşembe

Üsteğmeni tekrar arayıp Ekrem’le görüşme talebimi yineledim. Beni bölük astsubayına yönlendirdi. Astsubayla görüşüp üsteğmenin emri olduğunu ve Ekrem’i göndermesi gerektiğini söyledim. O da: “Birazdan gönderiyorum” dedi. Yarım saat sonra bu kez astsubay beni arayıp şöyle dedi: “Asker şu anda Tayyip Başçavuş’un yanında, isterseniz onunla bir görüşün.”

Tayyip Başçavuş’u arayıp Ekrem’i göndermesi gerektiğini söyledim. O da bana, “Önümüzdeki birlik denetlemesinden dolayı askerler bana lazım, haftaya gönderiyim” dedi. Göz göre göre Ekrem’le görüşmeme engel olmaya çalışıyorlardı. Aslında biraz hırçın davransam istediğim zaman Ekrem’le görüşürdüm. Ama bu olaya ve maruz kaldığımız tavırlara ayıracak enerji bulamıyordum. O günlerde genellikle çok yorgun oluyordum. Telefonu kapattıktan sonra alt devrem Şenol Asteğmen’e dönüp “Daha fazla uğraşmak istemiyorum” dedim. Şenol’a ara ara söylerdim bu cümleyi. Herhangi birisi yapacağımız işi aksattığında, herhangi bir adaletsizliğe şahit olduğumda veya bizzat haksızlığa uğradığımda, herhangi bir saygısızlığa tanık olduğumda ya da herhangi bir problemle karşılaştığımda “Şenol” derdim: “İstesem çözerim ama uğraşmak istemiyorum!” Şenol da ben bir problem üzerine konuşmaya başladım mı hemen esprisini patlatırdı: “Komutanım, isteseydiniz çözerdiniz ama uğraşmak istemediniz değil mi?” Güldürürdü beni. “Evet Şenol, uğraşmak istemedim” derdim. İçimden eklerdim: “Ama bir gün uğraşacağım.”

---

Birkaç hafta sonra, birliğimizdeki hukuk işlerinden sorumlu, hukuk fakültesi mezunu teğmenle sohbet ediyorduk. Kendisine bu şiddet olayından bahsettim. Her aklı başında insanın yapacağı gibi, olanları son derece uygunsuz buldu. Ona, en son albayın sözlerini ilettim. Bunun karşılığında teğmenin söylemleri birdenbire değişti. “Komutan ne dediyse odur!” diyerek karşılık verdi. O da “uğraşmak istemedi.” Zaten dediği gibi oldu sonuçta. Teğmen haklıydı.

---

Yaşananlardan iki hafta kadar sonra Ekrem’i görüp onunla konuştum. Şiddet olayı yaşandıktan sonraki ilk bir hafta boyunca psikolojik olarak zorlandığını ama ilerleyen günlerde çok zorlanmadığını söyledi. Ekrem’e, Tayyip Başçavuş’un davranışının ardındaki olası sebeplerden bahsedip onu anlamasını ve sonrasında da affetmesini isteyecektim. Çünkü içindeki yükten ancak böyle kurtulabilirdi. Aksi takdirde öfkesinin ve kininin esiri olurdu. Ama benim bunları söylememe gerek kalmadı. Çünkü Ekrem bunları zaten büyük ölçüde yapmış görünüyordu. Onu tebrik edip sordum: “Buradan çıktıktan sonra şikayetçi olacak mısın?” Ekrem: Hayır, uğraşmak istemiyorum!” diyerek cevap verdi. Bu cevabın ardından Ekrem konusu kapandı. Tayyip Başçavuş ise yemekhanede bazen beni süzüyordu. Gözlerini hiç yakalamıyordum. Yakalamaya da çalışmıyordum. Ama bakışlarını üzerimde hissediyordum. Birlik içinde denk geldiğimizde selamlaşıyorduk bazen. Ama büyük ihtimalle bana karşı olumsuz düşünceleri de vardı. Ben yine de içimde ona sevgi besliyordum. Oysa bana içinden küfrediyordu belki. Bilmiyorum. Eğer öyleyse bile ruhunun en derinlerinde o da bana seviyordu. Kendisi farkında olsa da olmasa da…

---

Askerlik bitip de eve döndükten sonra bir ara hastaneye gitmem gerekti. Doktor kaba konuşuyordu ve işini iyi yapmıyordu. Üstelik sadece bu doktor değil birçok doktor böyle yapıyordu. Ayrıca yaşlılara kıyasla bana daha iyi davrandıkları söylenebilirdi. Bütün meslek gruplarında vardır böyle insanlar. Ama ben o gün bir doktor üzerinden böyle bir deneyim ediniyordum. Doktoru anlıyordum. Sabahtan akşama kadar neredeyse hiç ara vermeden hasta görüyordu. Kızmıyordum ona. Kızamıyordum. Ama bu işin böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum. Fakat bundan daha baskın bir durumum vardı. “Uğraşmak istemiyordum.” Doktora, hastalarla bu şekilde konuşmaması gerektiğini söylesem muhtemelen benimle hemfikir olmayacaktı. Münakaşa edecekti. Sonra da pataklanmaktan korkup pes edecekti. Uğraşmak istemeyecekti. Yahut kavga edecekti. Ya da beni şikâyet edip uğraşmak isteyecekti. Ama ben her ihtimalde de “uğraşmak istemiyordum”.

---

Yolda yürürken bile uğraşmak istemeyeceğiniz birçok durumla karşılaşabiliyorsunuz. Eve doğru yürüyorum. Genç çift, yolun kenarında tartışıyor. Adam kadına bağırıyor. Kadın korkuyor. Vuracak mı acaba?

Derkennnn “Çat” diye bir ses duyuyorum.

Ne, vurdu mu yoksa?

“Koş Muammer!” diyor içimdeki ses. Ama bir yandan da “Uğraşmak istemiyorum” diyor.

Hızla onlara dönüyorum. Sonra anlıyorum ki adam, kadına değil duvara vurmuş. Eli kanıyor. Etraf kalabalık zaten. Bu kalabalığın içinde kadına vuramayacak biri olduğu yüzünden belli oluyor. Tekrar önüme dönüyorum. Eve doğru yürüyorum. Derken bir “Çat” sesi daha!

Ne oldu? Adam kadına bu sefer vurdu galiba.

Hayır. Bu sefer başka biri bana vurdu.

Nasıl yani?

Yolda yürürken başkalarına çarpma konusunda dikkatli olmayan biri bana çarptı. Zaten gerginim. Bu kez “uğraşmak istiyorum”. Yüksek sesle bir cümle kuruyorum: “Önüne baksana lan!”

Adam endişeli gözlerle bana dönüyor: “Kusura bakma” dedikten sonra hızlı adımlarla uzaklaşıyor. Sesimi fazla yükseltmişim sanırım. Adamı korkuttum.

Şimdi üzgünüm biraz. Adamı yakalayıp özür dilemek için bir adım atıyorum. Ama o anda bir şey fark ediyorum: “Uğraşmak istemiyorum”

Eve doğru yürümeye devam ediyorum. Adamdan özür dilemediğim için de üzülüyorum. “Oysa kolayca özür dileyebilen biriydim ben” diye içimden geçirirken bir “Çat” sesi daha!

Şaka gibi. Ama değil. Gerçeğin ta kendisi!

Yine ne oldu?

Bu sefer kilolu bir teyzenin poşetleri kaval kemiğime çarpıyor. Gerçekten canım yandı. Teyze karşıdan gelirken çarpışmayalım diye kenara çekilmiştim zaten. Ama o? Bir santim bile çekilmedi. Mağdur olan ben oldum. “Hangi birinizle uğraşacağız kardeşim, yeter artık!” diyorum içimden. Uğraşmak istesem de istemesem de gücümün bittiğini hissediyorum. Her şeyini kumarda kaybetmiş bir adam gibi hissediyorum. “Dönüp teyzeye kızsam haksız mıyım şimdi? Offff. Haklı olmayı ne çok önemsiyoruz ama!”

Serzenişler eşliğinde yola devam ediyorum. Duygularımın etkisi azaldıkça mantığım yeniden devreye giriyor ve düşünüyorum: “Teyze kilolu biriydi. Onun bir santim bile yolunu değiştirmesi standart kilolardaki herhangi birine göre daha zor olsa gerek. Ayrıca stresli görünüyordu. Belki akşam evde ne yemek yapacağını düşünüyordur. Ya da parayı ay sonuna nasıl yetiştireceğini. Bu kadar dalgınken poşetlerinin bana çarpacağını hesaplayamaması normal. Hem pamuk gibi bir kadına benziyordu. Kolay olan kızmak Muammer. Bu yolu seçeceğine insanlara anlayışla yaklaş!”

Sağ salim eve ulaşabildikten sonra Şenol’la telefonda konuşuyorum. O hâlâ askerde. Bir konuda fikrimi almak istiyor. Konuyu hatırlamıyorum. Ama “Şöyle şöyle olursa böyle böyle yapabilirsin” diyerek ona bir yol çizmeye çalışıyorum. Şenol’un bana verdiği cevapsa çok manidar: “Onlarla uğraşmak istemiyorum!”

Eee, ne oldu şimdi yani?

Şenol’a kapak mı yapmış oldum?

Tabii ki hayır.

Hayatın kuralı bu. İnsan çoğu zaman birçok şeyle uğraşmak istemeyebiliyor. Önce zihninde tartıyor; “Benim bunu yapmak için neler vermem gerekir, yaptıktan sonra karşılığında ne kazanırım?” Eksiler ve artılar hesaplandıktan sonra zarara uğrayacağını düşünüyorsa ya da daha doğru ifadeyle elde edeceklerinin sarf ettiği çabaya, uğradığı zarara ve sunduğu fedakârlıklara değmeyeceğini düşünüyorsa daha fazla uğraşmak istemiyor. İşin sonunda başarıya ulaşacağını ve elde edeceği şeyin buna değer olduğunu düşünüyorsa uğraşmak istiyor. Peki ya özgürlük? Özgürlük için uğraşmaya değer mi sence sevgili okur?

---

Sadece olumsuz durumlar üzerinden örnek vermemek gerek. Bazen bir arkadaşınız doğrudan iyi niyetlerle size bir şeyler ısmarlamak ister. Ama siz onu kendinize yeterince yakın bulmuyorsunuzdur. Teklifini reddetmek istersiniz. Reddettiğinizdeyse ısrar edeceğini bilirsiniz. Uğraşmak istemez ve şöyle dersiniz: “Tamam dostum, kahveler senden olsun.”

---

Bugün güzel Türkiye’mizdeki durum da askerde olanlardan çok farklı değil. Birileri kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir başkasını hak hukuk gözetmeden saf dışı bırakmakta sakınca görmüyor ve halkımız tıpkı askerdeki albay gibi hukukun yanında yer almaktansa olayları görmezden geliyor. “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyor. Belki Ekrem’lerin eleştirilecek çok tarafları vardır. Ama burada mesele Ekrem’ler değil, hukuk.

Askerde, olan her şey komutanın sorumluluğundadır. Öyle de olması gerekir. Çünkü komutan askerler üzerinde yönetme yetkisine sahiptir. Eğer birlik içinde Tayyip Başçavuş bir yanlış yapıyorsa bunun bir sorumlusu da albaydır. Bir ülkedeyse her şeyin sorumlusu halktır. Aslında halk, tıpkı askerdeki albay gibi herkesten güçlüdür. Ama maalesef Tayyip Başçavuş ve albay gibi halk da hukukun ne olduğunu bilmiyor. Şimdi albayın adına neden “Halk” dediğimizi daha iyi anlıyorsun değil mi sevgili okur? Peki sen biliyor musun hukukun ne olduğunu? Yoksa biliyorsun fakat uğraşmak mı istemiyorsun? Seni bilmem. Ama ben artık artıları ve eksileri hesapladığım zaman uğraşmak istiyorum. En azından bazı haksızlıklarla artık uğraşmak istiyorum. Uğraşmak istiyorum çünkü bu halde nefes bile alamıyorum. O gün geldi Şenol! Artık bana o espriyi yapamayacaksın.

“Uğraşmak istiyorsun ama neler yapıyorsun?” diye soracak olursan sevgili okur; bu yazıyı örnek gösteririm sana. İster binlerce kişi okusun ister hiç kimse. Yine de yazıyorum. Belki yine yenilirim ama en azından safım belli olur. İbrahim’i yakmak isteyen ateşe su taşıyan karınca misali…

Ve biliyorum ki tek karınca ben değilim.


Not

Yazıdaki zaman eklerinin kullanımında karışıklık var. Düzeltmeye üşendim, uğraşmak istemedim. Neden sence?

11 Mart 2025

Sen’e ulaşmak

Yazıya dair kısa bir not: İnternette gezinirken birçok yazarı olan bir siteye denk geldim ve sitede astroloji üzerine de yazılar olduğunu görünce ilgim beni harekete geçirdi. “Ben de burada yazabilirim” diye düşünüp ilgili kişilerle iletişime geçtim ve örnek olması için bir yazı gönderdim. Sonrasında yazılarımı yayımlamayı kabul ettiler. Ben de aşağıdaki yazıyı hazırlayıp gönderdim. Yazının yanında kısa özgeçmiş ve fotoğraf göndermemi istediler. Onları da gönderdim. Üzerinden epey zaman geçti. Cevap vermediler. Muhtemelen yazıyı sindiremediler. Ama belki de özgeçmişim diğer yazarlarınkine benzemediği içindir. Yahut gönderdiğim fotoğrafı da beğenmemiş olabilirler😊. Sonuç olarak yazıyı yayımlamadılar. 

Yazıda, iletişime geçtiğim hanımefendinin ismini değiştirdim.

Keyifli okumalar...

---

Merhaba “X” internet sitesi okurları, burada yazmaya başlamadan önce sitenin sorumlularından Yeliz Hanım’la kısa bir iletişimimiz oldu. Mail üzerinden birkaç cümle yazıştık ve bu sırada kendisi bana “Muammer Bey” diye hitap etti. Toplumca kabul edilmiş nezaket kuralları gereğince başka türlü konuşması pek de beklenemezdi. Ama ben, bana ne zaman “Bey” diye hitap edilse, bu sözcüğü benimsemekte güçlük çekerim. Hatta dürüst olmak gerekirse hiç üzerime alınmam. Çünkü kendimi “Muammer Bey” olarak tanımla(ya)mıyorum. Adıma “Muammer” demişler. Bu benim için yeterli gibi geliyor.

---

Üniversite öğrencisiyken bir liseye staj için gidiyordum. Derse girdiğimde öğrenciler bana “Hocam” diye sesleniyorlardı. Bu kelimeyi ilk duyduğumda garipsemiştim. Üzerime alınmalı mıyım alınmamalı mıyım bilememiştim. Burada beni rahatsız eden bir şeyler vardı sanki. Üzerine düşünmek gerekiyordu. O zamanlar çok önemsememiştim bu konuyu. Üzerine de düşünmemiştim.

Staja devam ettiğim sıralarda hava almak için ara sıra evimin çok yakınındaki parka gitmeye başlamıştım. Büyüklerin köpekleri gezdirmek için, küçüklerinse futbol vs. oynamak için gittiği Mısırlıbahçe Parkı’na. Sahada futbol oynayan liseliler takım oluşturmak için eksik kaldıklarında onlarla oynamam için bana teklifte bulunuyorlardı. Ben de onları kırmıyordum. Birkaç kez birlikte maç yaptıktan sonra onlarla arkadaş olmuştum artık. Bazıları beni çok seviyordu. Bir tanesi hariç hepsi bana “abi” diyordu (O bir tanesi kimseye “abi” demiyordu).  Evet, “Ağabey” değil “abi” diyorlardı.  Burada da hoşuma gitmeyen bir şeyler vardı. Ama ben de konu üzerine düşünmemekte kararlıydım. Çünkü kendimi yoramazdım. Düşünmek zahmetli iştir sonuçta. İnsanların çoğu, biraz da bu yüzden pek düşünmezler zaten. Parktaki arkadaşlarımla sohbet ederken bazen kızlar da bize eşlik ediyorlardı. Onlar da 15 yaşlarındaydılar. Kızların çoğu bana “abi” demiyordu. Çünkü demek istemiyorlardı. Bu durum, bana aramızda flörtöz gerilimler varmış gibi hissettiriyordu. Olabilirdi. Ben de küçükken birçok kez kendimden büyüklerden hoşlanmıştım. (Zaman zaman hâlâ hoşlanırım.) Bir gün parkta arkadaşlarımla sohbet ederken içlerinden ilk kez konuştuğum bir kız bana sürekli “siz” diye hitap ediyordu. Aklıma takılmıştı. Bu kızcağız bana neden sürekli “siz” dedi diye durumu sorgulamıştım. Ama yine üzerinde çok durmamıştım. O zamanlar, “Acaba beni tanımadığı için mesafe mi koymaya çalışıyor?” diye düşünmüştüm. Ama içimde bir yerler bu düşünceyi kabul etmemişti. Çünkü o kıza karşı içimde bir sıcaklık hissetmiş, yakınlık duymuştum. Şimdilerde konu üzerine düşününce o kızın bana “siz” derken, içine saygı karışmış sevgisini sunmak istediğini anlıyorum. Böyle bir yol izlemişti. Çünkü o anda sevgisini ancak böyle sunabileceğini düşünmüştü. Ben de onu sevmiştim. Umarım o da bunu hissetmiştir.

Aradan çok zaman geçti. Yedek subay olarak askere gittim. Komutan olarak yani. Sözde komutan. Ama çok da sözde sayılmazdı. Kişiliğinize göre değişmekle birlikte, uzman çavuşlar ve astsubaylar size kolay kolay olumsuz söylemlerde bulunamıyorlardı ve sonuçta erler size “komutanım” diyordu. Bu komutanım deme olayı da çok hoşuma gitmemişti. Evet, komutan olan birine “komutan” denilmesinde bir sakınca yok. Ama bunun bir zorunluluk olmasından hoşlanmıyordum. Üstlerime böyle hitap etmekten gocunmuyordum. Çünkü hem zoruma gitmiyordu hem de böyle hitap etmezsem bedelini ödemek zorunda kalırdım. Bedeli de ağırdı. Ağırdı derken, yüksek cesaret gerektirmiyordu. Korkmuyordum zaten. Ama çok çaba harcamanız gerekirdi. Buna değmezdi. Erlerin bana “komutanım” demesi de sadece soyut ve mantıksal bir rahatsızlık uyandırıyordu içimde. Asla isyan etmedim. Ama bir gün ukala bir erle karşılaştım. Kendi içinde herkesi küçümsüyordu. Kimseye “komutanım” demek istemiyordu. Ama herkese öyle demek zorundaydı. Ona, eğer isterse bana ismimle hitap edebileceğini söyledim. İstemedi. Ben de zaten daha söylerken zamanı durdurup cümlelerimi geri almak istedim. Çünkü bunu kabul etmesi demek, sisteme çomak sokmamız anlamına gelecekti. Çomak sokmaktan çekinmeye gerek yoktu. Ama bu çomak bizi bir mücadeleye sürükleyecekti. Bu da çaba gerektiriyordu. Değmezdi.

Birkaç ay sonra kimseye boyun eğmek istemeyen, hemen hemen bütün amirleriyle arası kötü olan başka bir erle sohbet ediyorduk. Beni severdi. Ben de onu arkadaş olarak görürdüm. Benim rahat tavırlarımdan ivme kazanarak bir gün bana aniden ismimle hitap etti. Şaka falan da yapmıyordu. Gayet ciddiydi. Tabii ki kızmadım ona. Böyle bir davranıştan dolayı kızgınlıkla bir tepki vermeye yetkili görmüyordum kendimi zaten. Ama durdurdum onu. Sonra uygun bir dille bir daha bunu yapmaması gerektiğini söyledim. Çünkü benim rahat davranışlarım bile sisteme çomak sokmaya yetiyordu bazen. Ara sıra uzman çavuşlar, erlere çok yüz verdiğime dair bana sitem ediyorlardı. Aslına bakılırsa etsinlerdi. Önemli değildi. Sisteme çomak sokma konusunda da istekliydim. Ama dedim ya, çok çaba isterdi. Bunun için enerji harcamak istemiyordum.

Askerlik bittikten birkaç ay sonra bir ara spor salonuna yazıldım. Orada çalışan herkese “siz” diye hitap ediyordum. Onların çoğu bana “sen” diye hitap ediyorlardı. Spordan sonra kahve alırken onlarla ettiğim sohbetlerde “sen” diye konuşabileceğim samimiyet derecesine ulaşmış olsak da yine de onlara “siz” demeye devam ediyordum. Bu durumda karşı taraf da aradaki samimiyetin derecesini tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyabiliyordu. Bu yaptığıma ilk başta kendim de anlam veremedim. Sonra konu üzerine düşünmekten bu kez alıkoyamadım kendimi. Düşündükçe, davranışlarımın sebebini keşfettim. Spor salonunda çalışan arkadaşlara “siz” demeye devam ediyordum çünkü onları seviyordum ve parktaki kızın yaptığı gibi sevgimin içine saygı karıştırıyordum. Ama aynı zamanda bu benim eşitlik anlayışımın bir parçasıydı. Askerdeyken üstlerime “siz” deyip de burada spor salonundaki insanlara “sen” demek benim eşitlik anlayışıma uymuyordu. Ya herkese “sen” diyecektim ya da herkese “siz” diyecektim. Herkese “sen” diye hitap etmek mümkün değildi. Bu yüzden herkese “siz” diyordum. Ama bu da gülünç olmaya başlamıştı. Spor salonundakilerle samimiyetim azar azar da olsa gün geçtikçe artıyordu. Dışarıdan bakıldığında tıpkı, parkta bana “siz” demeyi bırakmayan liseli kız gibi görünüyordum. Bir mahsuru yoktu elbette. Hatta sevimli bir görüntüydü. Ama mantığım bunu çoktan reddetmeye başlamıştı. Konu üzerine düşünmeye devam ettikçe, uygulanması mümkün olsun ya da olmasın bana daha doğru gelen seçeneği tercih ettim. Tercih etmek zorunda kaldım. Artık herkese “sen” diyecektim.

Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da karar vererek büyük mesafe katetmiş olsanız da henüz çözüme ulaşamayabiliyorsunuz. Karar vermiştim ama nasıl uygulayacaktım? Birkaç hafta sonra yüksek lisansa başlayacaktım. Orada akademisyenlere ve profesörlere “sen” diye hitap edebilecek miydim? Onlara, sadece isimlerini kullanarak seslenebilecek miydim? Kendimde bunu yapacak haddi ve cesareti pekâlâ rahatlıkla buluyordum. Peki yaptığımda ne olacaktı? Muhtemelen toplumsal kabullerden kolayca sıyrılamayan akademisyenlerle karşılaşacaktım ve onlar, benim davranışım karşısında önce biraz afallayıp sonra da sert tepkiler vermekte gecikmeyeceklerdi. Beni okuldan atma yoluna girmezlerse bu kazanabileceğim bir mücadele olurdu. Ama yine çok çaba gerekirdi. Ayrıca insanların dengelerini ani bir şekilde bozmaya gerek var mıydı?

Aslına bakılırsa insanların dengesini çok da umursamıyordum. Ama artık kazanmak istiyordum. Aynı zamanda, kendimi hırpalamama değmeyeceği için çok çaba sarf etmeden kazanmak istiyordum. Sınıfa girip hocaya ismiyle hitap edip mertçe çarpışarak bu şekilde kazanamazdım. O zaman ne yapmam gerekirdi? Belki de bu yazıyı yazmalıydım. Yazıyı yazınca kazanmış olmayacağımın farkındayım ama en azından nara atmış olacağım. Zaten bu tür konularda büyük değişimler olması birey düzeyinde olduğu gibi toplum düzeyinde de çok zaman alır.

Yüksek lisansa başladığımda akademisyenlere “siz” diyerek hitap ettim. Eğer “sen” deseydim alacağım tepkiler konusunda tahminlerim beni yanıltmadı. Yanılmadığımı, bir öğrenci derste sıraya dizini yasladığı için “saygısızca oturuyor” gerekçesiyle profesörümüz tarafından iğnelendiğinde anladım. O öğrenciye de bir sonraki hafta kıpır kıpır enerjisi ve haylaz tavırları hoşuma gittiği için yaklaşmak istedim. Ama soğuk karşıladı beni. Belki sevgilisi vardı. Belki de yoktu. Neden soğuk konuştuğuna dair tahminlerim var. Ama tam olarak bilemem. Bildiğim şey şu: Bir sonraki haftadan itibaren yüksek lisans derslerine bir daha gitmedim. Ama hitaplar konusu üzerine düşünmeye devam ettim.

---

Muammer Bey,

Yeliz Hanım,

Bilmem nerenin müdürü Ahmet Efendi,

Bilmem kimin yeğeni Ali Ağabey,

Şuranın sahibi Mahmut Ağa,

Buranın valisi Sayın Recep Bey,

O çok önemli kürsünün ordinaryüs profesörü Celal Hoca,

Saygıdeğer büyüğümüz Fatma Nine,

Ulu Kraliçe Elizabeth,

Hakanlar Hakanı, Sultanlar Sultanı, Akdeniz’in ve Rumeli’nin sahibi koskoca Sultan Süleyman Han

Ve son olarak siz efendim siz, çok değerli yüce şahsiyet olan siz, ama asla sen değil, siz!

 

Keşke beyleri, hanımları, abileri, efendileri, sayınları, sizleri vs. bir kenara bırakıp birbirimize sadece isimlerimizle hitap etsek. Keşke insanlar bana “hocam, bey, komutanım, abi, siz” demeyi bırakıp senli benli bir şekilde sadece “Muammer” diye hitap etse… Gerçi bazen bundan da emin olamıyorum. Yıllar önce ailemden biri bana bu ismi uygun gördü diye bir ömür neden bu isimle çağrılmak zorundayım? Belki bana daha uygun bir isim vardır.

Gerçek ismim ne benim?

Dede Korkut Öyküleri’ne göre eski Türkler bir dönem çocuklarına yeteneklerine göre isim verirlermiş. Ortaokulda dinlediğimiz, Dirse Han’ın oğlunun boğayı devirerek “Boğaç” ismini alması hikayesindeki gibi. Bu örnekte, isimlerin veriliş şekli uygun ve mantıklı bir yolmuş gibi görünse de birine boğayı devirdi diye “Boğaç” ismini vermek çok kullanışlı bir yöntem değildir. Çünkü bu durumda bazı çocuklar isimsiz kalabilirler. Bu durumdaki çocuklara da “Adsız” denirmiş. İsimsiz kalan çocuklara “Adsız” ismini vermenin de gereksiz üzüntülere yol açabileceği göz ardı edilmemeli.

İsim konusuyla ilgili bir menkıbe anlatılır. Bir gün, İslam Tasavvufu’nun büyüklerinden kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi’ye bir adam ismini sorar. Cüneyd cevap verir: “Bilmiyorum.” Tıpkı Cüneyt gibi ben de gerçek ismimi bilmiyorum.

Arıyorum.

Bulamıyorum.

Belki benim için de en uygun isim “Adsız”dır.

Belki de yakında bir boğa da ben devireceğimdir…

---

Birçok dilde kendine farklı biçimlerde yer edinmiş “sen-siz” ayrımları ve “bey, hanım” gibi ifadeler, pek çok kimse tarafınca, henüz hazır olunmayan samimiyetlerin kurulmasına engel olması bakımından gerekli görülür. Oysa bir insana “sen” diye hitap etmemiz onun sınırlarını ihlal ettiğimiz anlamına gelmez. Evet, siz yeni tanıştığınız birisine “siz” diye hitap edip “bey, hanım” gibi tabirler kullanıyor olmanıza rağmen o size “sen” diye hitap edip sadece isminizle hitap ederse kendinizi işgale uğruyormuş gibi hissedebilirsiniz. Ama siz böyle hissediyorsunuz diye gerçek bu olmak zorunda değildir. Karşınızdaki kişi varlığı bakımından sizi kendisiyle eşit gördüğü için “siz veya bey, hanım” diye hitap etmiyor olabilir. Aynı zamanda size sadece isminizle ve “sen” diyerek hitap etmesine rağmen çok saygılı davranıyor olabilir. Ayrıca saygısız davransa dahi bu ayrı bir konu olarak ele alınmalıdır. Hem birisi size “siz” diye hitap etmesine rağmen saygısız davranabilir. Dolayısıyla kişisel sınırlar ve saygı konusunun “sen ve siz” kelimelerinin kullanımıyla ilgisi yoktur.

Yeliz Hanım bana sadece “Muammer” demiş olsaydı saygısızlık mı etmiş olurdu, ya da beni küçümsemiş mi olurdu? Ya da ben Yeliz Hanım’a mesaj gönderirken “Yeliz” diye hitap etseydim saygısızlık mı etmiş olurdum? Ona hürmet etmeyen lakayıt bir genç mi olurdum? Haddimi aşmış mı olurdum? Bir insana makamı, mevkisi, rütbesi, yaşı ne olursa olsun adıyla seslenmek saygısızlık etmek mi demektir? Birine hitap ederken illa bilmem nerenin müdürü, şuranın valisi, buranın amiri, bilmem nerenin bilmem nesi olan yüce şahsiyet diye mi hitap edilmelidir? İsimlerimiz yetmez mi? Mezar taşlarına da sadece isimlerimiz yazılmıyor mu ki? Bey, hanım, efendi diye yazdıranı gördünüz mü hiç? Ben görmedim. Sadece “Bilmem kim oğlu bilmem kim” diye yazar. Bunun sebebi de eskiden mezar taşlarını bu şekilde tanımanın daha kolay oluşu. Soyadı kanunundan sonra belki buna da gerek kalmamıştır. Sahi, sıfatlara gerek yokken neden birbirimize isimlerimizle hitap etmiyoruz? Çünkü alışkanlıklarımızın dışına çıkmakta zorlanıyoruz ve kibirliyiz. Çoğunlukla da kibirliyiz. Kendimizi değerli görmüyoruz. Değerli görmedikçe de karşımızdakinden bize “bey, hanım” demesini bekliyoruz. Demek istemezse zorla dedirtmeye çalışıyoruz. O da olmadı küsüyoruz, darılıyoruz. Ama bir türlü “siz”den “sen”e geçmeyi düşünmüyoruz.

“Bey, hanım, siz, abi, abla” gibi tabirler toplumsal yaşamda gizli hiyerarşiler (çok gizli olduğu söylenemez) oluşturuyor. Örneğin, üniversitedeki hocalara “siz” diye hitap ediliyor. Onlarınsa neredeyse tamamı öğrencilerine “sen” diye hitap ediyor. Bunun sonucunda kaçınılmaz bir hiyerarşi oluşuyor. Daha sonra birçok hoca, istedikleri gibi öğrencilerin sözünü kesebiliyor, hatta onları azarlayabiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Misal, babanıza “baba” demek yerine ismiyle hitap etseniz nasıl bir tepki alırsınız? Yahut cumhurbaşkanına ismiyle hitap etseniz bu davranışınız nasıl karşılanır? Ama eğer babanız, okuldaki hocanız veya cumhurbaşkanınız Yunus Emre olsaydı, ona “sen” diyerek ve ismini kullanarak hitap etseydiniz n’apardı? Eğer hayalimizdeki gibi biriyse size kızar mıydı, yoksa gülümseyerek mi karşılardı?

Sinoplu Diyojen, İskender’e “siz” diye mi hitap etmiş? Ya da “İskender Bey” veya “Sayın Kralım” diye mi hitap etmiş? Hayır. “Dile benden ne dilersen” diyen krala karşı, “Gölge etme!” diye sert bir cevap vermiş. Büyük İskender’in de karşılık olarak askerlerine dönüp “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.” diye konuştuğu söylenir. Daha sonra da Diyojen’in “Diyojen olmasaydım da Diyojen olmak isterdim!” diyerek konuyu kapattığı aktarılır.

Yaşamlarımızdaki hiyerarşilerin birçok kez farkına bile varmıyoruz. Mesela, kendimizi hayvanlardan üstün görüp onların sahibiymiş gibi kabul ediyoruz. Evet, onlardan birçok konu bakımından üstünüz. Hatta onları bazen keyiften bazense zorunluluktan bir köle gibi kullanıyoruz. Ama yine de onların sahibi değiliz. Biz ne kadar “var” isek, onlar da o kadar varlar. Varlık bakımından eşitiz. Ama onlardan bahsederken genellikle “benim köpeğim, senin kedin, onun kuşu” diye bahsediyoruz.  “Dört ayaklı dostum” veya “miyavlayan arkadaşım” diye pek bahsetmiyoruz. Oruç Aruoba, bu konudaki durumumuzu, “Sizin köpeğiniz mi?” sorusuna verdiği “Hayır, ben onun insanıyım.” cevabıyla çok hoş anlatır. Elbette burada Oruç Aruoba edebi becerisiyle hatamızı yüzümüze vurur. Fakat düşünsel zeminde olması gereken, “ne onların bizim hayvanımız ne de bizim onların insanı olmadığımız gerçeğini” benimsemektir. Olması gereken, dünya denilen bu yerde hayvanlarla yoldaş olup birlikte yol yürüdüğümüzü kabul etmemizdir.

---

Ya sen sevgili okur? Sen de mi “siz”de takılı kalıyorsun? Bir gün sokakta karşılaşsak bana “siz” diye mi hitap edeceksin? Ya da ben sana “sen” diye hitap edersem kızacak mısın? Sen’e ulaşamayacak mıyız hiç?

Bu soruların cevaplarını bilmiyorum.

Ama olur da bir gün bana ulaşacak olursan gerçek ismimi öğreneceksin.

Öğrendiğinde bana da söyleyecek misin?

Çünkü tek başıma alamıyorum ismimi.

Çünkü boğayı tek başıma devirmeye gücüm yetmiyor.

Baksana şu yazıyı bile çok iyi yazamadım. Yoruldum. Özenemedim. Haliyle yazı da biraz dağınık oldu.  Sen de tut ucundan. Toparla şu yazıyı. Yazar ne demek istemiş anlamaya çalış. Kolay mı öyle bir insana ulaşmak…


Son bir not (18.03.2025)

Dün gece, yazıyı gönderdiğim internet sitesinin yazı işleri müdiresi beni İnstagram'dan takibe aldı. Bugün de yazıyı yayımladıklarına dair mesaj attı. Mesajda bana "Muammer" diye hitap etti. Ben de ona "Aslı" dedim.

Yazının bağlantı adresi: https://mumkundergi.com/gercek-ismim-nedir-benim/

21 Aralık 2024

İhtiyacın bedeli

Eylül 2022’de İran’da bir olay vuku buldu. İsmi Mehsa Emini olan 22 yaşında bir kadın, başını istenilen şekilde örtmediği gerekçesiyle şiddet uygulanarak hayattan koparıldı. Bunu yapanlar kolluk kuvvetlerine bağlı çalışan “irşad devriyesi” bekçileriydi. “irşad devriyesi” diye adlandırılan bu birimin öncelikli amacı, meydanlarda ve kalabalık yerlerde (kalabalık yerlerde çünkü her sokağa polis koyamazsınız) kadınların giyim kuşamlarını denetlemek, sözüm ona onların “ahlaksız” giyinmelerinin önüne geçmek. “İrşad” doğru yolu göstermek anlamında kullanılan bir kelime. Fakat bu bekçilerin doğru yolu bildiklerinden emin miyiz?

---

İrşad devriyesinin diğer adı, halk arasında “ahlak polisi” diye biliniyor. Tam bu noktada Nietzsche’nin Zerdüşt’te söylediği “Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu odur!” cümlesini hatırlıyor insan. Peki bu neden böyle? Sizce de bir tuhaflık yok mu bu işte?

Nietzsche’nin sözü genellikle, kadınların etek boyundan en çok bahseden adamların en kadın düşkünü olacaklarına dair örneklerle anlaşılır. Nietzsche de bu ifadeyle bunu kastetmiştir. Yaşama baktığımızda bu bakış açısının birçok kez doğrulandığını görürüz. Fakat her zaman için geçerli değildir. Örneğin sarhoşluğa karşı çıkan birçok kimse hayatında tek bir damla alkol almamıştır. Bundan dolayı Nietzsche’nin ifadesini daha başka bir şekilde, kısaca aşağıdaki gibi yorumlamayı da tercih edebiliriz.

Ahlak, toplumda kabul edildiği üzere kabaca; gerektiğinde kendi çıkarlarından vazgeçerek başka varlıklara iyi davranmak ise; hemen hiçbir insanın bu şekilde bir ahlaka sahip olamayacağını kabul edebiliriz. Dolayısıyla her insan bahsedilen biçimde bir ahlaktan yoksundur. Hemen her insan ahlaksızdır. Her insan bir kez ahlaksızdır ama bunun üzerine bir de ahlak bekçiliği yapanlar ikinci kez ahlaksızlık yapmış olurlar.

Kendi gözlemlerime göre ahlak bekçiliğini en çok birtakım inançlara sıkı sıkıya tutunmuş veya daha doğru ifadeyle “tutunmaya çalışan” insanlar yapıyor. Çünkü başka insanların kendi inançlarına göre yaşamadıklarını gördükleri zaman inançlarına darbe vuruluyor. Ama bu kişilerin inançlarının sarsılmasına tahammülleri yok. Çünkü inançları vücutlarından bir parça gibi. Hayati öneme sahip bir parça. O parça olmadan yaşamak çok zor.

---

İnsanlar genellikle her şeyin bir gün güzel olacağı inancıyla ve yukarılarda bir yerlerde onların iyiliğini isteyen, onları seven bir tanrı tasavvuruyla büyütüldüler. Kimse gerçeği söylemedi onlara. Doğanın acımasız olduğunu kimse anlatmadı. Filistin’de, Suriye’de veya dünyanın herhangi bir yerinde bombalarla öldürülen masum çocukların erimiş bedenlerinin poşetlere doldurulmaya çalışılırken sündüğünü kimse anlatmadı. Ama bazıları gördü bunları. Kimisi o erimiş bedenleri poşetlere dolduranlardan olmak zorunda kaldı. Kimisi ise o anların görüntülerini sadece Telegram’da gördü. Ama gördü işte. Artık hiçbir güç, bu kişilerin o görüntüleri görmemiş olmasını sağlayamazdı. Sonra fark ettiler ki inançlarıyla gerçekler birbirleriyle uyuşmuyor. Şüpheye düştüler. Sonra sorgulamaya başladılar. Kimileri bu zahmete katlanamayıp inanmaya devam ettiler. Ama bazıları da sorguladıkça kuyunun daha derinlerine doğru yol aldılar. Kuyunun tabanında “gerçek” onları bekliyordu. Aslında beklemiyordu. Gerçek daima oradaydı ve sadece gelenleri misafir etmekle yetiniyordu. Fakat onlar ilk kez görüyordu gerçeği. İlk başta sevmediler onu. Hoşlanmadılar gerçekten. Vahşi, acımasız ve çirkin buldular onu. “Hayır, gerçek bu olamaz” diye düşündüler. Sonra kuyunun dışına çıkıp gerçeği aramaya devam ettiler. Ama asla bulamadılar. İçten içe anlamışlardı ki gerçek kuyunun dibinde duruyordu. Düşünmekten kendilerini alıkoyamadılar. Nesiller boyunca güzelliği ve ihtişamı dilden dile dolaşan gerçeğin yeryüzünde eli kolunu sallaya sallaya gezerken tüm güzelliğini seyre sunarak dolaşması gerekmez miydi? Gerçek neden kuyunun dibindeydi? Üzerine düşündüler. Sonra bu soruların cevaplarını da buldular. İnsanlar gerçekten hoşlanmıyorlardı. Bu yüzden onu kuyunun dibine atmışlar ve görmezden geliyorlardı. Oysa kuyunun dışı da dahil olmak üzere her yerde gerçeğin kokusu vardı. Kuyunun dışındayken de bu kokudan her zaman burun çevirirlerdi. Ama kuyunun en derin yerinde onunla karşılaştıkları zaman gerçeğin kokusu burunlarının direğini sızlatıyordu. Dayanması çok zordu onlar için. Çünkü dışarda sadece hoşlarına giden kokulara yönelirlerdi. Parfümlere; çiçek, kadın ve bebek kokularına. İlk başlarda gerçekten hiç hazzetmeseler de onun varlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü masum bebeklerin cesetlerini görmüşlerdi ve kuyunun dışındaki dünyada gerçeğin kokusundan kaçamıyorlardı. En iyisi gerçekle barışmak diye düşündüler. Bundan dolayı kendilerini gerçeğin dikenli kollarına bıraktılar. Dikenler batıyordu. Canları yanıyordu ilk başlarda. Bir gün gerçek onları öldürecekti. Bunun da farkındaydılar. Ama zaten kuyunun dışındakileri de öldürecekti. Gerçeğin kollarındayken en azından kendilerini daha samimi buluyorlardı. Hem zamanla gerçeğin dikenli kolları artık daha az acıtıyordu onları. Alışmışlardı. Belki de güçlenmişlerdi. Zaman zaman kuyunun dışındakilere gerçekten bahsediyorlardı. Ama kuyunun dışındakiler onları dinlemek istemiyorlardı. Eğer gerçekten bahsetmeye devam ederlerse, onları da kuyuya atacaklarına dair tehditler savuruyorlardı. Aslında kuyuya inmiş olanlar da inememiş olanlar da fark etmeksizin ellerinden gelse gerçeği bir kaşık suda boğarlardı. Ama ne yazık ki gerçek ölümsüzdü. Yine de içlerinde bazıları gerçeğin kokusunu bir süreliğine ortadan kaldırabiliyorlardı. Ya da kaldırır gibi oluyorlardı. Bu tür kişilerden kendi aralarında “sanatçı” diye bahsediyorlardı.

---

Gerçeğin reddi üzerine kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Üniversitede öğrenci olduğum dönemlerde, İstanbul’a gitmeden Tinder’dan bir kızla tanışmıştım. Bana tatlı gelmişti. Hoşlanmıştım ondan. Yanlış hatırlamıyorsam birkaç gün de konuşmuştuk. Ama o sırada farklı şehirlerde olduğumuz için iletişimimiz devam etmemişti. İletişimi devam ettirmek için İstanbul’a daha erken gidebilirdim. Ama tahmin edilebileceği üzere bu benim için yorucu olurdu. Bilirsiniz ki sevmek, hoşlanmak, âşık olmak vs. bu tür şeyler bazılarının inandığının aksine gökten zembille inen şeyler değil tercihlerimiz karşısında edilgen olan durumlardır. Şartlar önemlidir. Misal köydeki çobanın kızı, uzay mekiğin içindeki astronota en fazla düşlerinde âşık olur. Benim de bu kızla iletişimim başka şehirlerde olduğumuz için doğal olarak bitti. Aradan aylar ve belki de yıl geçtikten sonra kötü ve zorlandığım bir gün geçiriyordum. O sırada sözünü ettiğim kızın sosyal medyadan bana mesaj atığını gördüm. O gün için olumlu olarak değerlendirebileceğim tek olay o mesajın gelmesiydi. Akşam kızla yazışmaya başladık. Çekilişler yapılan bir şirkette çalışmaya başladığını ve bana para kazandırmak istediğini söyledi. Kazandırdığı paradan da o zamanın parasıyla 50 tl komisyon istiyordu. Komik buldum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o kız 50 tl’yi bu kadar önemseyecek bir kız değildi. Profiline baktığımda da takipçilerinin beklenmeyen bir şekilde azalmış olduğunu gördüm. Aynı esnada İnstagram’da paylaştığı hikayeyi gördüm. Tam bir dolandırıcı hikayesiydi. Sanırım, para kazandırdığı için ona teşekkür eden insanların mesajlarını içeren ekran görüntüleri paylaşmıştı. O anda, kızın hesabının birileri tarafından çalındığını ve bir dolandırıcıyla konuştuğumu hissettim. Hissettim çünkü aklım bunu kabul etmiyordu. Belki de etmek istemiyordu. Kaçamıyordum. İçimde bir şeyler beni devam etmeye zorluyordu. Hatta inanma isteğimin etkisiyle kendimi daha kolay kandırabilmek için ses kaydı atmasını istedim. Saçma bir bahaneyle atamayacağını söyledi. Dolandırıcı olduğunu hissetmekle kalmayıp düşünmeye başladım. Ama devam ettim. Telefonuma gelen kodları ona tek tek yazıyordum. İlk başta, telefon hattım üzerinden alışveriş yaparak beni dolandırmaya çalıştı. Ama hattım mesaj göndermeye kapalı olduğu için yapamadı. Sonra banka hesaplarıma ulaşmak için uğraşmaya başladı. 2 tane banka hesabım vardı o anda. Biri Ziraat Bankası’nda, diğeri İng Bank’ta. Ziraat’te kredi kartı kısmıyla birlikte1600 tl civarı para vardı. İng’de ise 6000 tl civarı vardı. İlk başta Ziraat’i hedef gösterdim. Telefonuma birçok kod geldi. Hepsini gönderdim ona. Bir türlü istediğini alamıyordu. Sonunda sıkıldığımı hissettim. Şifremi verdim. Ziraat’teki parayı boşalttı. Sıra İng’ye geldi. 1600 tl’yi tolere edebilirdim. Ama o günün parasıyla 6000 tl bir öğrenci için çok önemliydi. O paraya ihtiyacım olacaktı. İng’nin şifresini vermedim. Vermek istiyordum ama vermedim. Sonra “Biz seninle nerede tanışmıştık?” diye sordum. “Okulda” dedi. Yanlış olduğunu söyledim. Beni engelledi. Hayatımın seyrini etkilemeyen küçük bir travma oldu bu olay benim için. “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormuyordum kendime. Çünkü dolandırılmamış veya kandırılmamıştım aslında. Kendim dolanmıştım. Dolanmak istemiştim. Kanmak istemiştim. Zaten karşımdaki dolandırıcının inandırmak için sunduğu argümanlar çok çocuksuydu. Belki dolandıran bir çocuk bile olabilir. Bilmiyorum. Onun hiçbir cümlesi beni inandırmamıştı. Kendi içimdeki bir savaşı kaybettiğim için bu duruma düşmüştüm. Bundan dolayı kendime “Nasıl oldu da dolandırıldım?” diye sormak yerine “Nasıl oldu da karşımdakinin dolandırıcı olduğunu anladığım halde yine de dolandırıldım?” diye sordum. Bir süre sonra cevabı buldum. Çünkü o gün o yalana inanmaya ihtiyacım vardı.

Zaman zaman zekasına ve aklına güvendiğimiz isimlerin bile dolandırıldığını haberlerde duyarız. Buna şaşmamak gerek. Bu tür olaylarda mesele zekadan daha çok akılla ilgilidir. Psikolojimizin aklımız üzerinde güçlü bir hakimiyeti vardır. Akıl dediğimiz şey duygularımıza yenildiği zaman ortadan bir süreliğine kaybolabilir. Herkesin hayatı inişli çıkışlı olduğu için herkes zaman zaman akıldan uzaklaşıp budalalık edebilir. Dolayısıyla dolandırıcılarla yanlış zamanda karşılaşan herkes bu tarz olaylar yaşayabilir. Benim yaşadığım olayda, mutlu olma isteğim ve ihtiyacım ağır basmıştı.

---

Herkes içten içe bilir ki, dinler inanılır şeyler değildir. Fakat insanlar acı gerçeklerle yüzleşmek istemez. Çünkü gerçekler ilk bakışta dayanılır gibi değildir. Bu yüzden insanlar dinlere inanır gibi yaparlar. İnanmaya çalışırlar. İnanmak isterler. Ama kimse beceremez bunları. Kimse dinlere inanmaz. Peki etrafta inançlı olduğunu iddia eden bunca insan yalan mı söylüyor? Hayır. Ama yanılıyorlar. Bu yanılgı kolaylıkla açıklanabilir türdendir: Eğer sözüne güvendiğimiz bir kimse (hatta güvenmediğimiz biri de olabilir) bir kurt sürüsünün açlıktan şehre indiğini, insanlara saldırdığını ve şu anda birkaç sokak ötede olduğunu söylerse o sokağa yaklaşmamak için elimizden geleni yaparız. Ama inanılan dinin peygamberi ve tanrısı namaz kılmamanın büyük azaplara yol açacağını buyurduklarında dine inandığını iddia eden insanlar namaz kılmamaya devam ediyorlar. Ne peygambere ne tanrıya ne de dine inanıyorlar. Bu açıklamayı ilk başta safsata gibi değerlendirebilirsiniz. Örneğin; “Ders çalışmak da bizler için birçok fayda sağlayacaktır ve çalışmamanın birçok zararı olacaktır ama yine de bazen ders çalışmayız” diyebilirsiniz. Bu noktada, daha derinlere indiğinizde ders çalış(a)madığınız zamanlarda, aslında ders çalışmanın sizin için faydalı olacağını düşünmediğinizi fark edersiniz.

Sözün kısası, bazen gerçekler canımızı acıtabiliyor veya yalanların tadı çok lezzetli olabiliyor. İnsan bazen bir şeylere inanmak isteyebiliyor. İnanmaya ihtiyaç duyabiliyor. Bu inançlarına da en ufak bir fiske vurulmasına tahammül edemiyor. İnançlarına ters düşen eylem ve söylemlere hiddetle karşı çıkıyor. İnançlarının yıkılmasından en çok korkanlar en büyük tepkiyi veriyor. Kimse kötü niyetinden değil aslında. Herkes acizliğinden, güçsüzlüğünden yapıyor bunları. Dolayısıyla herkesi anlıyor, kimseye kızmıyorum.

Ben, bir yalana inanma ihtiyacım için 1600 tl verdim. Mühim değil. 6000 tl’yi de verirdim. O kızın güzel gözlerinin hayali buna değerdi. Peki başka birilerinin başka yalanlara inanma ihtiyacının karşılanması için güzel gülüşlü Mehsa’nın can vermesi buna değer miydi?

 


07 Kasım 2024

Allah’lı kitapsızlar

Yan yana iki üniversite. Selçuk Üniversitesi ve Konya Teknik Üniversitesi. Birincisinin resmî sitesinde 70.000’den fazla öğrencisi olduğu yazıyor. İkincisinin de 10.000’den fazla. Bu iki üniversitenin dibinde Konya’nın en kalabalık ikinci mahallesi var. İsmi Bosna Hersek. 2023 verilerine göre 40.000 civarlarında nüfusu var. Bu mahallede, doğal olarak fazlaca üniversite öğrencisi var. Buna kanıt olarak; mahallenin içinde birkaç öğrenci yurdu olmasını, en az 4-5 tane irili ufaklı spor salonu olmasını, sayması zor olacak kadar da kafe olmasını sunabiliriz. Ayrıca bildiğim kadarıyla 2’si ilkokul, 2’si ortaokul 2’si de lise olmak üzere 6 tane de okul var. Fakat bütün bunlara rağmen bu koca mahallede tek bir kitapçı dükkânı bile yok. Sadece, zabıta korkusuyla arabasının fotoğrafını çekmeme endişeyle izin veren ve tablasında yaklaşık 500 kitap olan bir seyyar satıcı var.

Serbest piyasa ekonomisi gereği bu tür işler arz-talep dengesiyle yürür. Yani kitaba yoğun bir talep olsaydı söz konusu mahallede mutlaka bir kitapçı olurdu diye düşünebiliriz. Sonuçta kitapçı açmak isteyen oldu da belediye mi izin vermedi(?) Gerçi belediye bazı taleplerin karşılanma girişimlerine engel olabiliyor. Aynı mahallede, eminim ki gençlerin alkollü mekanlara yoğun ilgisi olurdu fakat mahallenin kenarındaki lüks Grand Otel’in altındaki birkaç mekan dışında arkadaşınızla bira içebileceğiniz bir yer bulunmuyor. Bunun başlıca sebebinin, belediyenin alkollü mekân açmak isteyenlere ruhsat verme konusundaki isteksizliği olduğunu tahmin etmek güç değil.

Alkollü mekân açma girişimleri bir yana, belki geçmişte bu mahallede kitapçı açma girişimleri olmuştur. Ama bu girişimlerin muvaffak olmadığı aşikâr. Dolayısıyla bu mahallede kitaplara pek ilgi duyulmadığını söyleyebiliriz. Bu noktada karşı argüman olarak; kitapların günümüz dünyasında pandeminin de etkisiyle online olarak sipariş edildiği, üniversitenin içinde zaten bir kitapçının olduğu, mahallenin ortasında büyük bir kütüphane olduğu için kitapçıya gerek olmadığını ve maddi açıdan fazla kazanç sağlamayacağı düşüncesiyle insanların kitapçı açmaya yeltenmediği söylenebilir. Fakat bu mahallede, pandemi öncesinde online siparişler bu kadar yoğun değilken de kitapçı yoktu ve üniversitenin içindeki kitapçıda genellikle ders kitapları satılıyor. Ayrıca kütüphane 2022 yılının sonlarında açılmış ve henüz çok yeni. Son olarak da bu kadar fazla öğrenci nüfusunun olduğu bir yerde kitapçı açmak birçok kişinin aklından geçmiştir.

Mahallede, “kitaba talep olmadığı için kitapçı yok” deyince vakıadan öğrencileri sorumlu tutmuş gibi oldum. Ama başlıca sebep asla onlar değil. Çünkü eminim ki mahallede bir kitapçı olsaydı başta kızlar olmak üzere birçok öğrenci o kitapçıdan birçok kitap satın alırdı. Okumasa dahi mutlaka kitap satın alan çok olurdu. Misal ben. Nerede bir kitapçı görsem mutlaka içine girer, kitaplara göz atarım ve bazen yeni kitap kokusuna kayıtsız kalamayıp bir tane alırım. Elbette bu durum benim dışımda, kitaplara biraz olsun ilgi duyan birçok kişide görülen bir özelliktir. Peki bu mahallede neden yıllardır klasik bir roman satın alabileceğimiz bir kitapçı bulunmuyor?

Sorunun cevabı kültürle açıklanabilir. Kitap okumak da, kitap satın almak da, bir mahallede kitapçı açmak da kültürle ilgili. Hayatlarını, onun emirlerine göre organize etmeye çalıştıkları dinin kutsal kitabını bile okumayan bir şehrin insanlarında haliyle kitap kültürü pek oluşmamıştır. Zaten kitap okumak, satın almak veya kitapçı açmakla kitapta yazanları anlamak da aynı şey değildir. Değerli bir kitabı anlamak için çoğu zaman üzerine düşünmek, kafa yormak gerekir. Oysa Konya’da insanların düşünmeye pek ihtiyacı yoktur. Çünkü onların inançları vardır. E haliyle Konya’daki insanların ve onların çocuklarının kitaplarla kuvvetli ilişkilerinin olmaması kolaylıkla anlaşılabilir bir durumdur.

Argoda, vicdansızca hareket eden insanlar kastedilerek “Allah’sız kitapsız” diye bir tabir kullanılır. Bu tabir, özünde dinsizlere işaret eder ve yalnızca, Allah’a ve kitaplara inanmayan “kitapsız” insanların vicdansızmışçasına davranabileceği savına dayanır. Ama vaziyet o ki Konyalılar da kitaplarla çok içli dışlı değiller. O halde Konya’daki Müslümanlara soruyorum: Evde vitrinin üst raflarına koyduğunuz ve içinde ne yazdığına dair genellikle pek fikrinizin olmadığı kitabın dışında başka kitabınız yok mu, siz de mi kitapsızsınız?

Yeri gelmişken söyleyelim,

Kuran’ın ilk inen ayetleri olarak kabul edilen Alak Suresi 1-4. ayetlerde geçen “İkra” kelimesi, bir metni okumak anlamında değil; “İkra” kelimesi ile aynı kökten gelen “Kuran’ı” (yani “okunan” demek olan Kuran’ı) insanlara “duyurmak” anlamında kullanılır. Dolayısıyla Konya halkının, kitap kültürlerini geliştirmeyerek inandıkları dinin ilk inen ayetlerine uygun davranmadıklarını söyleyemeyiz.


Notlar

“İkra” ifadesi için bkz. http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/12/kuranin-ilk-emri-oku-mu.html

12 Ekim 2024

Asıl düşman kim?

Geçen pazar Ankara’daydım. Öğlene doğru Ulus’un ara sokaklarından birinde arkadaşımla birlikte atıştırmalık bir şeyler yemek üzere çayhane benzeri bir yere oturduk. Sipariş almaya gelen adama tost yemek istediğimizi söyledik. Bunun üzerine kendisi çorba içmemizi önerdi. İlk başta önerisine icabet etmedik. Fakat adam durmadı. Biz reddettikçe çorbasını övüyor, mutlaka tadına bakmamız gerektiğini söylüyordu. Hem adamın ısrarlarını sonlandırmak için hem de bu kadar övdüyse gerçekten de çorbasının lezzeti bakımından bizim için tosttan daha iyi bir seçenek olabileceği düşüncesinden dolayı kabul ettik. Bu kabule, içimizdeki “acaba elinde kalan çorbayı bize itelemeye mi çalışıyor” tedirginliği eşlik etti. En azından benim içimdeki.

Kısa bir süre sonra çorbalar geldi. Evet, gerçekten de lezzetliydi. Bunu, adama da söyleyip beklemeye gerek görmediği dönütü verdik. Aslında bu dönütü verirken amacımız, çorbanın lezzetini tasdiklemek değil, önerisini ilk başta kabul etmememize rağmen ısrar ederek bizi bu lezzetli çorbayla tanıştırdığı için ona müteşekkir olduğumuzu belirtmekti.

Çorbadan birkaç kaşık daha aldıktan sonra arkadaşım masada baharatların olmadığını fark etti. Zihnimin düşüncelerle dolu olmasından gerek; o, bunu söyleyene kadar bu eksiklik benim aklımdan bile geçmemişti. Sonrasında, hemen ağzımdan benim için çok önemli olan bir baharatı zikrettiğim o cümle çıktı, “Karabiber de yok”. Ardından adamdan baharat istedik. Yine kısa bir süre sonra, az önceki adama çok benzediği için kardeşi olduğunu tahmin ettiğim bir başka adam, pul biber getirdi. Masaya bırakıp uzaklaşırken arkasından seslendim, “Karabiber de var mı?”. O da giderken cevap verdi, “Karabiber çorbanın içinde var zaten”. Önüme döndüm. Çorbanın içinde karabiber aradım. Ya hiç yoktu ya da gözle görülemeyecek kadar az vardı. İkincisine inanmayı seçtim.

Çorbalar bitmeden, daha genç olan adam tekrar geldi ve çay isteyip istemediğimizi sordu. Biz de istedik. Adam çayları getirdiğinde bana dönerek doğu ağzıyla konuşmaya başladı, “Kardeşim yanlış anlama ama yemek yerken, çorba içerken böyle ayak ayak üstüne atmak uygun değil”. Sebebini sordum. Benzer cümleleri tekrar etti ve gerekçe sun(a)madı. Belki de adama destek olmak amacıyla bu kez arkadaşım sordu, “Dini açıdan mı uygun değil?”. Adam bunu onaylamadı. Az öncekilere benzer cümleleri sıralamaya devam etti. Asla bir sebep söyle(ye)miyordu. Ama birkaç cümle sonra ani bir şekilde “Dinden dolayı uygun değil” dedi. Geçerli veya geçersiz olması bir yana, bir gerekçe göstermişti. Karşılığında ne söyleyeceğini merak ettiğim için “Ben Müslüman değilim” diyerek gerekçesine bir cevap verdim. Devamında, “Yine de uygun değil” dedi. Ben de “Peki” dedim ve konuyu kapattık. Konuşmamız sırasında nereli olduğumu sordu. “Konyalı’yım” dedim. Güldü. Sevimli bir adamdı. Sevimli ve Şanlıurfalı.

Konuşurken yine de ayağımı indirmedim ve bunun sebebi öyle daha rahat oturuyor olmamdı. Bir başka sebep de adamı sarsmaktı. Çünkü buna ihtiyacı vardı. Bugüne kadar bazı inançlarının, alışkanlıklarının ve düşünce kalıplarının üzerine hiç düşünmediği ya da düşünebilse bile konu üzerinde akılcı yoldan hiç ilerleyemediği belliydi. Benim bu davranışım karşısında, küçük de olsa bir yenilgi yaşayıp afallayacak ve bir anlığına da olsa düşünecekti. Bilirsiniz ki, bazı aydınlık şenlik meydanlarına ulaşmanın tek yolu karanlık ve ıssız sokaklardan geçmektir.

---

Hayır.

Doğrusunu isterseniz adamı sarsmak veya aydınlıklara giden yolda karanlıktan geçirmek gibi bir amacım yoktu. Sadece o an öyle rahat hissettiğim için ayağımı indirmedim. Tek sebebi buydu. Zaten aradaki diyalogtan sıkılıp haletiruhiyem değişir değişmez (yaklaşık 30 saniye sonra) ayağımı indirdim.

Çaylar bittikten sonra hesabı kartla ödedik. Aynı adam fiş vermek istemedi. Güldüm. Sonra fişi isteyip aldık. Giderken adımı sordu. Söyledim. İlk başta, adımı “Muhammet” diye algıladı. Güldü. Doğrusunu söyledim. “Hee, tamam o zaman” dedi ve nereye gideceğimizi sordu. “Kızılay” dedik. Öyle bir talebimiz olmamasına rağmen uzun uzun yolu tarif ederek bizi bir süre esir aldı. Heyecanlı bir adamdı. Heyecanlı, sevimli ve Şanlıurfalı.

Yürürken arkadaşımla yaşananlar üzerine biraz lakırdı ettik. Arkadaşım, “Böyle bir adam, 10 yaşındaki kızını da evlendirebilir” minvalinde konuştu. Bu cümle beni düşündürdü. 8-10 yaşındaki küçük kız çocuklarını kimler evlendiriyordu? Bunu yapanlar arkadaşımın da dediği gibi az önceki adam ve ona benzeyenlerdi. İyi ama az önceki adam bütün söylemlerine rağmen pek bir sevimliydi. Ona nasıl kızacaktım?

---

İnsanların hayatlarını dikkatle gözlemlediğimizde, kişinin cahil veya zalim olması üzerinde, (tamamen midir emin olmamakla birlikte) muhakkak kaderin çok büyük bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin yanlış ve akla aykırı geleneksel kalıpların sıklıkla kullanıldığı bir ortamda yetişen biri, cahil olmaya daha yatkın olacaktır. Bundan ötürü onu, cahilliğinin tek ve mutlak sorumlusu olarak yargılayamayız. Buna ek olarak birçok insanın günlük hayat içinde yuvarlandığını ve bazı konuları düşünecek, kendilerini geliştirecek vakitlerinin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bir insana, cahilliği ve hatta zalimliği üzerinden yüklenip suçlamak, ona kızmak doğru olmayacaktır. O halde neyle ve kiminle mücadele etmeliyiz? Cahille mi cehaletle mi; zalimle mi zulümle mi?

Ayrıca hangi insan hakikat üzerinde bir hakimiyet kurabilmiştir? Konyalı olup adı Muammer olanlar da dahil olmak üzere, hangi insan cehaletten kurtulabilmiştir?

05 Ekim 2024

25 yıl yaşamak

Kendimi fırlatılmış halde bulduğum bu dünyadaki 25’inci yılımı, bu sene içinde doldurdum. Epeyce zorlandım. Zorlandıkça neden burada olduğumu sordum kendime, başkasına, filozoflara, edebiyatçılara ve içinde Tanrı’nın da bulunduğu nicelerine. Fakat kimseden benim nazarımda geçerli olacak bir cevap alamadım. Aldıysam da anlamadım. Bir süredir bu soruya, benim için şimdilik ikna edici olup yepyeni sorular sormama sebep olan bir cevap verebiliyorum. Bir Tanrı’nın olduğunu düşünüyorum. Fakat “tanrı” derken neyi kastettiğimi ve onun nasıl bir bilinç formunun olduğunu bilmiyor, onun nasıl bir “şey” olduğunu tahayyül bile edemiyorum. Fakat onun ne olmadığına dair birçok fikrim var. Bu fikirler benim onu keşfetmeme yardımcı olmasa da akla aykırı inançlara ve düşüncelere bağlanmama engel olması bakımından değerli. En basit örneğiyle, onun antropomorfik bir yapısı olmadığını ve bulutların üstünde bizi gözetleyen ak sakallı yaşlı bir dede gibi görünmediğini biliyorum.

Bir insan yaşamı boyunca yürünebilecek en heyecan verici yol, Tanrı’yı tanıma ve keşfetme yolu (Dolayısıyla insanı ve varlığı keşfetme yolu) olsa gerek. Bir yaşam, ancak bu amaç edinildiğinde yaşamaya değer diye düşünüyorum. Fakat insan, bu hayatın içinden bir parça olarak kendisini gündelik yaşamdan sıyıramıyor. Bu yüzden sakince oturup tüm zamanını bu konu üzerine düşünmeye, okumaya ve keşfe ayıramıyor. İnsan, bu evrenin içinde bir özne olarak her şeyden önce daima kendi saadetini istiyor, bazen yanlış yollarda da olsa hep mutluluğun peşinden koşuyor. Yine de günlük yaşamın hengamesinden sıyrılabilmemizin bir yolu var. O da düşün dünyamızı kullanmak. Şimdi sizleri kısa bir süreliğine bu dünyaya davet ediyor, biraz düşünmenizi istiyorum. Türkiye’de ortalama ömür yaklaşık olarak erkeklerde 77, kadınlarda da 82 yıl. Şahsen ben ve sizlerin birçoğu bu sürenin 25 yılını doldurduk. İyi ihtimalle 60 yıl kadar bir ömrümüz kalmış olsun (Ki şahsen o kadar yaşamayacakmış gibi hissediyorum.). Yıllar bazında düşününce, zaman eminim ki hızla geçecektir. Dolayısıyla konuya yukardan baktığımızda, bir gün öleceğimiz bu dünyada mutlu ya da mutsuz olmanın da pek önemli olmadığını göreceğiz.

---

Çocukluk – “Hayal kurmak çocuklara iyi gelir”

Yaşamın ilk yıllarında kaderimize, inkâr edilemez açıklıkla ailemiz tarafından yön verilir. Bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerimiz için annemizin bizimle kurduğu iletişim hayati öneme sahiptir. Anne içinse, klasik Anadolu ailelerinde tarih boyunca olduğu gibi, 20.yy.’da da 21.’sinin başlarında da evdeki erkeğin dili hayati öneme sahiptir.

Çoğunluğunun 1400 yıl öncesi Arap inanç ve geleneklerini muhafaza etmeye çalıştığı bir toplumda, fertlerin (özellikle erkeklerin) aile yaşamında kullandıkları dilin çağa uygunluğundan bahsetmek pek tabii olarak mümkün değildir. Böyle bir dilin kullanıldığı aileler, modern dünyaya uyum sağlamakta zorlanacak ve mutsuz olacaklardır. Dolayısıyla bu türden aile ve çevrenin içine doğan çocuklar da bu mutsuzluktan ve zorlanıştan paylarını alacaklardır. Bu konuya daha geniş bir perspektiften bakacak olursak benzer cümleleri (Bölgesel olarak değişmek üzere) ülke çapında da kurabiliriz. İnsan yaşamını 25’er yıldan 3 döneme ayıracak olsaydık, ilki için kaderimiz üzerinde neredeyse tamamıyla coğrafyanın ve içine doğduğumuz evin etkili olduğunu söyleyebilirdik.

Ben de Konya’da, Konyalı bir ailede dünyaya geldiğimden çocukluğumda epey zorlandım. Bu kısımlara değinmeyeceğim. Çünkü iyilik sadece iyilik değil, bununla birlikte iyilikten bahsetmektir. Çocukluğumda zorlandım ama yine de güneş görmeyen bir mutsuzluğum olduğunu söyleyemem. Küçükken okul derslerinde başarılı olduğumdan ötürü zeki olduğuma dair iltifat edildiğinde, sokakta arkadaşlarımla futbol oynarken gol attığımda, toplu taşımada kıvrımlı kirpiklerimden dolayı 10 yaş büyük genç kızlar bana aşkla baktıklarında, kahraman bir asker olduğum oyunlar oynadığımda, haritaları inceleyip ülkeleri fethetme hayali kurduğumda ve daha birçok şekilde mutlu olduğumu hatırlıyorum.

---

Çocukluktan gençliğe – “Hayat hep zordur”

“Sevginin Gücü” diye bildiğimiz “Leon” filminde Natalie Portman’ın canlandırdığı küçük Mathilda, Leon’a sorar: “Hayat hep böyle zor mudur, yoksa çocukken mi böyledir?” Leon cevap verir: “Hep böyledir.”

Yaşamlarımızın diğer dönemlerine kıyasla çocukluk dönemimizde başta somut hayatımız olmak üzere özgürlüğe daha uzağızdır. Bu da bazen hayatın en zor evresinin çocukluk olduğunu düşünmemize sebep olabilir. En zor dönemin çocukluk olduğunu söyleyebilir miyiz bilmiyorum ama tıpkı Leon’un dediği gibi, hayatın hep zor olduğunu söyleyebiliriz.

Çocukluğu takip eden gençliğe geçiş yıllarında da zorlanmaya devam ettim. Bu dönemde Türkiye’de hemen herkesin etkilendiği devletin hatalarının hayatıma etkisini şimdi daha net görebiliyorum. Birçok potansiyelin uygulamaya geçirilebileceği lise çağlarında, birçok gence yapıldığı gibi ben de karanlıkta yalnız bırakıldım. Bundan bir şikâyet olarak değil tespit olarak bahsediyorum. Nitekim ilerleyen yıllarda ışığa yaklaştıkça, gençleri aydınlatması gerekenlerin karanlığın daha da derinlerinde olduğunu gördüm.

Gençliğe geçiş evresinde de zorlanmaya devam ettim ama yine de tam bir mutsuzluk hali yaşamadım. Fakat mutsuzluk hayatımın daha büyük bir bölümünü kaplamaya ve etkisini daha çok hissettirmeye başlamıştı. Bunun en büyük sebebi belki de umudun azalmasıydı. Umut ve mutluluk birbirinden ayrılamayan yapışık ikizler gibidir. Bunu açıklamak çok da gerek değil sanırım.

---

Gençlik – “Her şey geçer”

Zor geçmişi olanlar, bunun da etkisiyle gençliğe genellikle birçok kusurla ve gerçeklikten kopuk bir şekilde başlıyorlar. Çoğu kişi, çok da zorlanmadan bu kusurlarla yaşamaya devam ediyor. Çünkü insanlar gençlik dönemlerinden itibaren somut şartlar bakımından daha az zorlanıyor ve özgürlüğe önceki dönemlere göre daha yakın oluyorlar. Benim gençlik dönemimin başlarında da bazı zorluklar etkisini daha az gösterecek gibiydi. Ama hayallerimin elimden alınmasıyla umutsuzluğa kapılıp mutsuz olmaya başladım. Küçüklüğümden beri hep hayallerime ulaşacağıma dair inancıma tutunmuştum. Yıllardır birçok acıya ve zorluğa bu inanca tutunarak katlanmıştım. Fakat gelinen noktada gün geçtikçe o hayallere ulaşma ihtimalim bir bir kayboluyordu. Bütün değerlilerimi yitiriyordum. Ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çok zorlanıyor, acı çekiyordum. Yıkılmak üzereydim. Yıkılmıştım da. Yenilgiyi kabul ettiğimde oluşan rahatlık hissi dışında yaşadığımı hissetmiyordum. İnlemek dışında elimden bir şey gelmiyordu. Hatta bir zaman sonra inleyemiyordum bile. Ölmüştüm. Fakat sonra bir şeyler oldu. Sanki bütün mağlubiyetlerim birleşip bir çocuk doğurmuş gibiydi. O çocuğun adı “zafer”di. Bu zafer kesinlikle benim başarım değildi. Benim dışımda gerçekleşmişti. Hayatın bir bölümünde beni zorlayan kader, kararını değiştirmiş ve bana iyi davranmaya başlamıştı.

Aslına bakarsanız o çocuğun adı zafer değildi. Çünkü savaş bugün bile hala devam ediyor. Fakat çok daha güçlü bir şekilde mücadele ediyorum ve daha mutluyum. Bu mücadeleyi ancak büyük birader olan “ölüm” bitirebilirmiş gibi görünüyor.

---

25 yılın sonunda hayatı biraz da olsa tanıma fırsatı edindim. Ve artık tamam. Buradan gidebilirim. Daha fazla acı ve mutluluk tatmaya gerek kalmadı. Ama yine de bazen sahilde bir banka oturup denizi seyredersiniz ya hani, benimki de o misal. Hayatı ve dalgalarını seyretmek için kalmaya devam edeceğim.

29 Eylül 2024

Sevgi üzerine

Uyarı: Bu metinde Feridüttin Attar’ın edebi eseri “Mantıku’t-Tayr” ve Çağan Irmak’ın filmi “Issız Adam”ın içeriğine dair birçok bilgi paylaşılmıştır.

Çoğu zaman uygulayamasak da bir konu üzerine düşünsel bir perspektiften konuşurken, öncelikle ilgili kavramların tanımlanması ya da daha doğrusu tanımlamaya çalışılması, herkesin zihninde aynı karşılıklara gelen şeylerden bahsedilmesi bakımından önemlidir. Bir kavramın, net bir tanımının yapılabilmesinin mümkünatı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, tanım yapılabilmesi için şüphesiz ciddi bir çalışma yapılmalı ve düşünsel çaba sarf edilmelidir. Bu bağlamda yazıda, sevgiyi tanımlamaktan daha çok, tanımlamaya yaklaşmanın ve konu üzerine yazı aracılığıyla hasbihal etmenin amaçlandığını söyleyebiliriz.

Sevgi nedir?

Acaba sevgi ya da sevmek İbrahim Tatlıses’in seslendirdiği bir şarkıda geçtiği gibi en güzel duygu mudur? En güzeli bir yana sevgi bir duygu mudur? Genellikle biz insanların zihninde sevgi, şansın bize güldüğü anlarda hayatımıza şöyle bir uğrayıp vakti geldiğinde müsaade istemeden kalkan bir misafir gibidir. Bizler bu misafirin içimizdeki tezahürünü genelde olumlu duygular olarak deneyimleriz. Şarkının söz yazarı da deneyimlediği bu duyguların etkisiyle sevmeye, “en güzel duygudur” demiş gibi görünüyor. Ama sevgi ya da sevmek bir duygu değildir. Çünkü duygular, durumlar karşısında vermiş olduğumuz hissi birer reaksiyondur. Sevgi ise bir reaksiyondan daha çok bir karar alarak (genellikle) gerçekleştirilen eylemlerden oluşur.

Peki tam olarak nedir sevgi?

Bunun üzerine farklı tanımlamalar mevcut. Örneğin, bazı dinlerde merkeze tanrıyı koyarak bir tanım yapılmaya çalışılır. Fakat biz bu yazıda öncelikle bir kavram olarak sevgi ve Erich Fromm'un tarif ettiği “ideal” sevgi üzerine bir bahisten yola çıkacağız. Sevgiyi; yormadan, sıkmadan, kırmadan, incitmeden, sahiplenmeden, herhangi bir karşılık beklemeden, yargılamadan, anlayışla, ilgiyle, değer vererek, özen göstererek, önemseyerek; karşıdakinin iyiliğini, yararını (Neyin yararlı olduğu ayrı bir tartışma konusudur) ve gelişimini isteyip; bu doğrultuda yapılan aktif eylemler bütünü olarak açıklayabiliriz. Aşkı da bu sevginin en yoğun ve insanın ruhunu tümüyle ele geçirmiş hali olarak düşünebiliriz. Aşk kelimesi zaten “aşeka” kelimesinden geliyor. Aşeka, Arapça’da sarmaşık demek. Şimdi bu sevgi tanımını biraz daha detaylandırıp açmaya çalışalım.

---

Karşılık beklemeden seveceğiz dedik. Bu ne demek? Platon bunu tartışanlardan biri olmuştur. Örneğin, birini sevdiğimizde onun da bizi sevmesini istiyorsak, sevgiyi al gülüm ver gülüm olayına çeviriyorsak; bu sevgi değil bir ticaret, bir alışveriş olur. Bu yüzden Platon, sevgide karşılıksızlık ilkesini savunur. Hatta platonik aşk ifadesi de buradan geliyor. Fakat bu ifade günümüzde farklı bir anlamı karşılaması maksadıyla kullanılır. İnsanlar platonik aşk ifadesini, ben onu seviyorum "ama" o beni sevmiyor diyerek üzüntülerini aktarmak için; sanki bir nevi kara sevdayı anlatmak için kullanırlar. Oysa platonik aşk, maddi bir karşılık beklemeden sevmeyi, ideal sevgiyi bize anlatır ve böyle bir hayal kırıklığını betimleme amacı taşımaz.

Birini sevdiğimizde, kendisine ilgimizi, vaktimizi, düşüncemizi ayırıp ona karşı verici davrandığımızda bu beklentisizlik halinin bazı avantajları vardır. Bunlardan biri bizi hayal kırıklığından; yani kırılmaktan ve incinmekten korumasıdır. Çünkü bilirsiniz ki biz bir elmayı sevdik diye onun da bizi seveceğinin bir garantisi yoktur. Bu beklentisizlik ikinci etapta bizi nefretten ve onun sırtımıza yükleyeceği yükten de korur. Çünkü biri sevgimize karşılık vermedi ve bunun sonucunda hayal kırıklığına uğradıysak ona karşı öfkelenip nefret duymaya başlayabiliriz. İnsan çok üzüldüğünde, korktuğunda ya da öfkelendiğinde, başka bir ifadeyle bir yara aldığında, canı yandığında nefrete yakalanma ihtimali söz konusu olur.

Birinden nefret ettiğimiz zaman, birine kin duyduğumuz zaman ona zarar vermek isteriz. Ya da onun bir şekilde zarar görmesini isteriz (Bu bağlamda nefrete sevginin zıttı diyebiliriz.). Nefretin sonucunda kişi adalet düşüncesiyle bir ödeşme isteği duyarak ya da karşı tarafa da benzer bir acı yaşattığında kendi acısının dineceği veya hafifleyeceği hissiyatıyla intikam peşinde koşabilir. Aklın perspektifinden baktığımızda intikam almak gereksiz bir çabadır. Çünkü intikam alındığında kişinin yaşadıkları silinmiş olmayacaktır. Üstüne üstlük intikam alacağım derken kişi zaman ve emek harcamaya devam ederek kaybının boyutunu daha da büyütmüş olacaktır.

Toparlayacak olursak birini severken beklentisiz olmamız; yani “platonik olmamız” bizi kısa vadede kırılmaktan ve incinmekten korur. Uzun vadede de nefretten ve intikam peşinde koşmaktan koruyabilir.

Nefretle ilgili birkaç konuya da daha değinilebilir. Bunlardan biri, insanların en yakınındakilere sonradan büyük bir nefret duymalarının sık rastlanan bir durum olmasıdır. Dışardaki insanlara karşı zaten korunaklıyızdır, gardımız biraz daha yukarıdadır. Fakat yakınımızdakilere belli bir derecede güvenmiş ve güvenimizle doğru orantılı olarak onlara teslim olmuşuzdur. Bunun sonucunda da onlar tarafından yara almaya, hatta sırtımızdan vurulmaya daha açık bir hale gelmişizdir. Dolayısıyla “bu açıdan bakıldığında”, onların ileride bir gün bizler için nefret objesi olma ihtimali, uzağımızda olan insanlara göre daha yüksektir.

---

Ayrıca günlük hayatımızdaki problemlerimizin büyük bir kısmı öteki ile olan ilişkilerimizden kaynaklanır. Bunun böyle olmasının temel sebeplerinden biri de biz insanların zihninin kar-zarar hesabıyla çalışması, dolayısıyla ödeşme mantığıyla hareket etmemiz ve kaçınılmaz olarak nefret duymaya yatkın hale gelmemizdir. Bu durum ilişkilerimizi bir nevi kan davalarına dönüştürür ve bizi sorunlarımızı çözmekten alıkoyar. Misal, trafikte bize küfreden birine biz de ödeşme mantığıyla cevap verirsek durumu bir çıkmaza doğru sürükler ve kavgayı büyümeye iteriz. Kısaca nefreti nefretle çözemeyiz. Ödeşme duygusu da evrimsel süreçte genetiğimize yerleşmiştir ve son derece ilkeldir. Hatta bu ödeşme duygusunu en bariz bir şekilde çocuklarda görürüz. “Bana vurdu” diyerek o da arkadaşına vurur. Oysa bunlar rasyonel değildir. Ödeşme mantığının çocuksuluğu ve beklentisizlik ile ilgili Türk kültürüne dair Yunus Emre'den bir örnek verebiliriz. Yunus bunu çok basit gibi görünen ama basit olmayan bir dille (Lise edebiyatından bilirsiniz ki “sehl-i mümteni” diye bir söz sanatı vardır.) bize aktarmıştır. Dörtlük şöyledir;

Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın

İlk iki dizede gayet açık bir dille ödeşme mantığını reddediyor. Üçüncü dizede de derviş gönülsüz gerek derken, hiçbir şeye gönül koymamanın, hiçbir şeyden veya kimseden beklentiye girmemenin gerekliliğinden söz ediyor. Çünkü İslam geleneğinde, özellikle tasavvufun bolca işlediği üzere, “kalp yalnızca Allah'a bağlanmalıdır” düşüncesi hakimdir. “Rızkı veren Allah'tır” düşüncesinde olduğu gibi; kişi bir beklentiye girecek olursa, bu yalnızca Allah'tan olmalıdır.

---

Ödeşme mantığının rasyonel olmamasına rağmen biz insanlar tarafından sıklıkla kullanılıyor olmasına şaşırmamak gerekir. Bir zamanlar Stanford Üniversitesinde(?) bir araştırma yapılmış ve insanların %9 oranında rasyonel kararlar aldığı sonucuna ulaşılmış. Araştırmada rasyonalitenin ölçütlerinin nasıl belirlendiğini hatırlayamıyorum fakat ulaşılan sonuç epey beklendik duruyor. Toplumun herhangi bir kesimine baktığımızda rasyonaliteyle çelişen nefret olgusunun oldukça yaygın olduğunu görmemizin temel sebeplerinden biri, insanların akıllarından ve mantıklarından daha çok ilkel duygularıyla hareket etmeleridir diye bir varsayımda bulunabiliriz. Mesela bir adamın huysuz bir ortağı var ve bu ortağı diyelim ki bir konudan dolayı kendisine bağırdı, çağırdı. Adamın bu durum karşısında ilk olarak öfke hissetmesi doğal ve insani bir tepki olarak yorumlanabilir. Eğer bu öfkesinin, bu duygusunun peşine düşüp o doğrultuda bir tepki verirse sorun çözülmekten uzak olmaya devam edecek ve belki de kavgaya kadar ilerleyecektir. O anda adamımız rasyonel davranırsa olayı çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Ama adam ortağına değer veriyorsa, onu seviyorsa onun öfkesini anlayıp ona göre davranacaktır. Bu noktada da ideal sevginin bir diğer koşulu olan anlayışlı olma şartına geliyoruz. Anlayışlı olmaktan kasıt, karşıdakini yargılamamak, onu yaptığı bir hatadan dolayı veya herhangi bir özelliğinden dolayı suçlamamak, onu olduğu haliyle tam olarak kabul edebilmek ve onun ne demek istediğini, ne yapmak istediğini kavradığımızı ona gösterebilmektir. Bunlarla ilgili olarak, üniversitelerdeki psikoloji ve onunla ilgili bölümlerde ilk baştaki teorik derslerden sonra, öğrencilere ilk öğretilenlerden biri de danışanı koşulsuz kabul etme ilkesidir (Pek de öğretildiği sayılmaz.). İşte bu koşulsuz kabulün sağlanabilmesi için gerekli olan şey kişinin yüksek bir anlayışa sahip olmasıdır. Bunun için de kişinin, gerektiğinde kendi düşünce kalıplarından sıyrılabilen, gerektiğinde kendi hayat görüşünü ve bakış açısını paranteze alabilen, açık görüşlü, esneyebilme becerisi olan biri olması gerekir. Kişi, bunu yapamadığı takdirde, kendisiyle asla tamamen aynı olmayan ötekine karşı, tam bir anlayış sunamaz. Dolayısıyla onu koşulsuz bir şekilde kabul etmiş de olmaz. Bu durumda bahsettiğimiz ideal sevgiyi karşısındakine sunmamış ya da sunamamış olur.

Genel olarak anlayışlı olmanın, daha doğrusu anlamanın, anlıyor olmanın bizi gereksiz öfkelerden korumak gibi olumlu bir tarafı vardır. Nasıl? Mesela sınıfta sürekli yaramazlık yapan bir çocuk var. O çocuğun neden yaramazlık yapıyor olabileceği, bunun sebebinin ne olabileceği ile ilgilenmeyen bir öğretmen o çocuğu kızarak susturur. Bu kolay olandır. Fakat o çocuğun neden yaramazlık yapıyor olabileceğini düşünen bir öğretmen, o çocuğu anlamaya çalışan ve sonrasında anlayan öğretmen, o çocuğun evinde ailesi tarafından ihmal edildiği için okulda yaramazlık yaparak görülme ihtiyacını karşılamaya çalıştığı; ya da üstün zekalı olduğu için ona göre basit olan derslerde sıkıldığından yaramazlık yaptığı sonucuna ulaşabilir. Bu durum öğretmeni, belki hem çözüme yaklaştırmış olur hem de gereksiz yere öfkelenerek olumsuz bir duyguyu deneyimlemekten kurtarır. Zaten bizler de anlayışı yüksek olan insanların; anlayışlı insanların öfkeyle bir anda parladıklarına pek fazla şahit olmayız. Fakat her şeyi anlamak da kişi için bazen yorucu olabilir. Suç ve Ceza'da Dostoyevski'nin şöyle bir cümlesi vardır, “Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek!”. Neden böyle diyor? Çünkü, karşımızdakini anladığımız zaman o yaramaz çocuğa kızıp, bağırıp, çağırıp konuyu kolayca kapatmak içimizden gelmez.

---

Diyelim ki biz, anlayışı ve anlama kabiliyeti yüksek biriyiz ve bunu başka birine sunuyoruz; ona karşı anlayışla yaklaşıyoruz (Burada kastedilen hoşgörü değildir.). Bunun doğal sonucu olarak, karşımızdaki kişi anlaşıldığını hissedecektir. Bu durum onu oldukça memnun edecektir, çünkü o anda görüldüğünü ve var olduğunu daha yoğun ve daha derinden hissedecektir. "Yaşıyormuşum ben be!" diyecek ve “dünya varmış, hayat güzelmiş” diyerek anlık olarak bir yaşama sevinciyle dolacaktır. Peki neden böyle olacaktır? Çünkü, aslında hepimiz görülmek, aynalanmak, varlığımızı hissetmek isteriz. Bizim dışımızda bir başkası tarafından fark edilmek isteriz. Hatta muhtemelen aynı istekten dolayı Dostoyevski, Budala romanında; "Hiç olmazsa tek bir insanla, sanki kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum" der. Dostoyevski'nin yahut romandaki karakterin bu cümlesinden, kendisini anlayacak biriyle konuşmak istediğini, anlaşılmak istediğini anlayabiliriz.

İnsanın başkaları tarafından görülme isteğinin sebebinin ne olduğu ile ilgili yapılan yorumlardan biri, insanın yalnız kalma becerisinin yeterince gelişmemiş olması, asla kaçamayacağı daimî yalnızlığıyla barışmamış olmasıdır. Hatta sanıyorum Schopenhauer'in bu konuyla ilgili esprili bir tespiti var; "İnsanın başına ne gelirse, evde tek başına oturamadığından gelir." minvalinde bir cümle kuruyor. İnsanın görülme isteğine dair yapılan bir başka yorum da insanın sosyal bir varlık olmasıdır. Geçmiş dönemlerde atalarımızın hayatta kalabilmeleri için topluluğa dahil olmaları gerekiyordu. Dolayısıyla atalarımız başkalarına ihtiyaç duyuyorlardı. Bu durum bizim genetiğimize işledi ve şimdi de devamlı olarak etrafımızda birileri olduğunu, ilişki içinde olduğumuzu, onlar tarafından kabul gördüğümüzü görmek istiyoruz. Konuyla ilgili başka yorumlar da var fakat şimdilik değinmemiz gerekmiyor.

---

Bazı durumlarda öfkelenmiş insanların aslında anlaşılmak istediklerini söyleyebiliriz. İnsanların hararetli tartışmalara girmelerinin ve bunu seslerini yükselte yükselte, birbirlerini bastırmaya çalışarak sürdürmelerinin sebebi de anlaşıldıklarını hissetmemeleridir. Öfkelenmiş bir insana onu anladığımızı hissettirecek birkaç cümle kurduğumuzda genellikle hızla sakinleştiğini görürüz.

Psikolojide de danışana anlaşıldığını hissettirme maksadıyla yansıtma diye bir teknik kullanılır. Bu teknik kendi içinde duygu yansıtması, içerik yansıtması ve ikisinin birlikte yapıldığı birleşik yansıtma olmak üzere üçe ayrılır. Örneğin danışan, sevgilisinin kendisine hakaret ettiğini anlatıyorsa ve biz de danışanın buna üzüldüğünü anlıyorsak ona "üzülmüşsün" diyerek duygu yansıtması yapmış oluruz. Böylelikle danışan anlaşıldığını hisseder ve danışmanla arasındaki bağ yavaş yavaş güçlenir. Sonrasında danışan kendini daha çok açmaya başlar. Bir hocamın, bizim yansıtmalarımız sonucunda danışan “Evet, aynen” dediğinde “işin yüzde ellisi bitmiştir” dediğini hatırlıyorum. Eğer psikolog ya da psikiyatrist danışana anlaşıldığını hissettiremezse onun mesleğinde kötü olduğunu söyleyebiliriz. Peki üniversitelerde bu bağlamda iyi psikologlar yetişiyor mu? Üniversitede üçüncü sınıftayken bir dersimizde, dersi veren profesörümüz sordu: "Ben danışanıma anlayışla, onu yargılamadan, koşulsuz bir kabulle yaklaşırım diyen kimler var?" Sınıfımız 90 kişi civarıydı. Herkes “Ben bunu yaparım” demişti. Ardından öğretmenimiz “Ben bir tecavüzcüye ya da katile karşı da bunu yapabilirim diyen kimler var?” diye sordu. Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3-5 kişi “Ben bunu yapabilirim” demişti.

---

İdeal sevginin gerekliliklerinden bir diğeri de sahiplenmemek diyebiliriz. Biz insanlar olarak kendimizde, sahibi olduğumuz bir varlığın üzerinde söz söyleme ve yönetme hakkı görürüz. Böyle bir durumda karşımızdaki eğer bir insansa onun bireyselliğini tanımayıp, özgürlüğünü kısıtlamış oluruz. Ahval böyleyken de onu sevdiğimizi söyleyemeyiz. Bizim toplumumuzda bunun en büyük örneklerinden biri, ebeveynlerin çocuklarını sevdikleri iddiasıyla onları sahiplenerek onlar adına karar vermeleri, kimi zaman onların bireyselliklerini yok sayarcasına özgürlüklerine müdahil olmalarıdır.

---

Yine ideal sevginin bir başka şartı da ilgidir diyebiliriz. Buna da çok basit bir şekilde, bir annenin çocuğuna karşı umursamaz bir tavır takındığını, onunla pek ilgilenmediğini görürsek, çocuğunu sevmediğini söyleyebileceğimizi örnek gösterebiliriz. Bu arada ilginin merakla sıkı bir ilişkisi vardır. Ama şimdilik üzerinde durmayacağız.

---

Bir diğer koşul da değer vermek. Değer vermediğimiz, değerli görmediğimiz bir varlığı yeterince önemsemeyiz. Ona karşı yaklaşımımızda hassasiyet kaygısını pek fazla gütmeyiz. Onunla yeterince ilgilenmeyiz. Dolayısıyla onu sevdiğimizden söz edemeyiz. Bu değer konusuyla ilgili olarak da edebiyattan bir örnek verebiliriz. Yine lise edebiyatından hatırlayacağımız Feridüttin Attar diye bir adam vardır. Onun Mantıku’t-Tayr diye bir eseri vardır. Doğru mu bilmiyorum; “Kuş dili” diye çevrilmiştir. Yanlış hatırlamıyorsam konusu şuydu; bir gün Simurg kuşu gökte uçarken kanadından bir tüy düşer. Simurg o kadar güzel, o kadar mükemmel bir kuştur ki, diğer kuşlar onun kanadından düşen tüye âşık olurlar. Ve Simurg'u aramak için bir yolculuğa çıkarlar. Feridüttin Attar bir mutasavvıf. Dolayısıyla Simurg kuşu burada Tanrı'yı, Allah'ı simgeliyor. Peki konumuzla ilişkisi ne? Tanrı bizi sevdi, bizi bir kere yoktan var ederek, yaratarak bize büyük bir değer biçti. Tanrı bizi o kadar güzel sevdi, bize o kadar güzel değer verdi ki, biz aslında hep onun bize verdiği değeri ararız. Dolayısıyla Simurg'u, yani Tanrı'yı ararız. Tanrı'nın bize vermiş olduğu değeri genelde dünyevi ilişkilerimizde ararız. Fakat bulamayız. Çünkü Attar'a göre hiçbir insan bizi, Tanrı gibi Allah gibi Simurg gibi sevemez. Bu yüzden Attar aslında istediğimiz değeri gerçek değerimizi ancak Tanrı'da bulabileceğimizi ve yüzümüzü tamamen O'na dönmemiz gerektiğini söyler.

Attar'ın bu hikayesi ve hikâyede bize söylemek istedikleri, Müslümanların kutsal kitabında bir ayet olan, "Kalpler yalnızca Allah'ı anarak mutmain olur, tatmin olur" cümlesiyle paraleldir. İnsanın bir şeyi kolayca beğenir yapıda olmaması, müşkülpesent olması dini düşüncede böyle açıklanır. Yani insan Simurg'u gördü. En güzelini gördü. Dolayısıyla dünyadaki hiçbir güzellik karşısında tam olarak tatmin olamayacak. Tabii ki din, insanın müşkülpesent oluşunu, Tanrı'nın yolunda olma ve ona doğru yürüme bakımından olumlu olarak değerlendirir. Tanrı'nın insana en çok değer veren olmasıyla ilgili şunu da ekleyebiliriz. Bir rivayete göre İslam Peygamberi herhangi biriyle el sıkışırken, karşısındaki kişinin elini tam olarak sıkarmış ve o konuşurken gözüne tam olarak bakarmış. Böyle yapmasının sebebinin, Tanrı'nın insana ne kadar değer verdiğini yani insanın ne kadar değerli olduğunu biliyor olmasından kaynaklandığı söylenir. Tabi bu gerçekte de böyle midir diye ayrıca tartışılabilir. İnanan insanlar muhakkak böyle kabul edeceklerdir. İnanmayanlar daha farklı düşünüyor olabilirler.

---

En başta sevgiyi tanımlarken aktif eylemler bütünüdür demiştik. Burada ne demek istedik? Ne demek istediğimizi; "Sevgim acıyor" şiirini de yazmış olan Turgut Uyar'dan bir alıntıyla açıklayabiliriz. Şair diyor ki; “Gösterilmeyen sevginin benim için bir gram değeri yoktur. Belki şu duvar da beni seviyordur ama haberim yok”. Turgut Uyar’ın bu sözlerinden hareketle, muhatabına fark ettirilmeyen sevginin, sevgi olmadığını söyleyebiliriz. Sevmek, aktif bir eylemdir derken tam olarak bunu kastediyoruz. Toplumumuzda özellikle bazı babaların bu konuda kendilerini biraz daha geliştirmeleri gerektiğinden bahsedebiliriz. Klasik Anadolu aile yapısında babalar kendini genel olarak "Evet, ben sevgimi gösteremiyorum, ama içimden seviyorum" diyerek savunurlar. Ama tam bir sevgiden bahsedebilmemiz için muhatabımızın bundan haberdar olması, ona iyi gelmesi gerekiyor. Peki insanlar sevgisini gösterirken neden zorlanıyor, ne oluyor da birine "seni seviyorum" demek istediklerinde boğazları düğümleniyor ve o iki kelime ağızlarından bir türlü çıkmıyor? Bunun en büyük sebebi güçsüzlüklerimiz, korkularımız, utangaçlığımız ve çekingenliğimiz. Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz; çünkü karşılık görememekten korkuyoruz. Bazen kaybetmekten korkuyoruz. Bazen karşılık alamadığımızda ezik duruma düşeceğimizi düşünüyoruz ve bu ihtimalden korkuyoruz. Bazense kullanılmaktan, suistimal edilmekten korkuyoruz. İşin içine bu korkular giriyor ve birini tam olarak sevmemize engel oluyor. Yani birini sevebilmemiz için ya bu tür korkularımız olmayacak, korkusuz olacağız; ya da korkularımızın üzerine gidebilecek kadar cesaretimiz olacak. Demek oluyor ki sınıfındaki veya iş yerindeki bir hanımefendiden hoşlanan bir genç, ne kadar heyecanlanırsa heyecanlansın, ayakları ne kadar geri giderse gitsin, eğer seviyorsa gidecek ve o hanımefendiyle ilgilenecek, sözleriyle, davranışlarıyla o hanımefendiye sevgisini haykıracaktır.

Sevgimizi gösteremiyoruz, söyleyemiyoruz. Çünkü utanıyoruz, çekiniyoruz. Utanıyoruz, çünkü kendimize yeterince güvenmiyoruz. Kendimize güvenmiyoruz demek özgüvenimiz yok demek. Bu kendine güvensizlik özgüvensizlik de kendimizi değerli olarak görmeyişimizden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Kendimizi değerli görmeyişimiz de genelde çocukluğumuzla ilgilidir. Psikologlar, 0-6 yaş döneminde kişiliğimizin temellerinin atıldığını, zihnimizdeki şemaların ve bağlanma örüntülerimizin, ilişki kurma biçimlerimizin önemli derecede oluştuğunu söylüyorlar. Yani küçüklüğünde ailesi tarafından yeterince onaylanmamış, duygusal ihtiyaçları karşılanmamış insanlar belki de farkında olmadan içten içe değersiz olduklarını hissediyorlar. Sonra ego, bir savunma mekanizması olarak hayatta kalabilmek adına; bu aşağılık, değersizlik durumunu bir komplekse dönüştürüyor. Bunun sonucunda narsizm dediğimiz olgu ortaya çıkıyor. Kişi o aşağılık duygusunu bastırabilmek için gereksiz yere böbürleniyor, kibirleniyor. Etrafına ve özellikle de kendisine değerli olduğunu gösterebilmek; kanıtlayabilmek adına kendisini övüyor ya da bazen diğer insanları küçülterek kendisini yukarı çıkarmaya çalışıyor. Böyle bir insanın başkasını bahsettiğimiz şekilde sevmesinden söz etmek çok zordur. Çünkü kişi daha kendisini bile sevemiyordur. Bazıları, narsistlerin kendilerini çok sevdiklerini söylerken ifade hatası yapıyorlar. Narsist bir birey yüzeyde, kendisini çok seviyor gibi görünse de aslında kendisini hiç sevmiyordur. Çünkü çok değersiz olduğunu düşünüyordur.

“Erkek adam sert olur” gibi inanışların ve geleneğin yadsınamaz etkisiyle olsa gerek, içinde yaşadığımız toplumda özgüvensizliğin, öz değersizliğin; bunların sonucu olarak da narsizmin oldukça yaygın olduğunu ve özellikle de erkekler arasında yaygın olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin, okulda birine iltifat ettiğimde birçok kişinin “teşekkür ederim” deyip iltifatı karşılamak yerine utandığına şahit oldum. Bu tamamen kendine güvenmemekle alakalı bir durum diye düşünüyorum.

Batı toplumlarında bireyselcilik bize göre daha yoğun olduğu için özgüven konusunda da bizden daha iyi olabilirler. İzlediklerim ve gördüğüm bazı örnekler bunu doğruluyor.

---

Gündelik hayatta birçok kişinin sevilmemekten yakındığını, kimsenin kendisini doğru düzgün sevmediğini söylediğini görmüşüzdür. Sosyal medyada, şöyle sevilmedik böyle sevilmedik diyerek derdini anlatmak amacıyla açılmış bazı edebiyat sayfalarının varlığına bile şahitlik ediyoruz. Özgüvensizliğin, öz değersizliğin, narsizmin ve bunların sonucu olarak sevgisizliğin yaygın olduğu yerlerde insanların sevilmemekten yakınmaları beklendik bir sonuç gibi duruyor.

---

Üzerine düşündüğümüzde sevmenin çok kolay bir faaliyet olmadığını görüyoruz. Erich Fromm da bu zorluktan dolayı sevmeyi bir sanat olarak görüyor ve üzerinde ustalaşmadan bu sanatın doğru düzgün icra edilemeyeceğini düşünüyor. Diğer sanatlarda olduğu gibi sevme sanatında da teorik ve pratik olmak üzere iki aşama olduğundan söz ediyor. Teorik kısmı halledebilmemiz için belki de her birimizin sevgi ve sevmek üzerine daha çok düşünmesi gerekiyor. Doğru bildiğimiz yanlışları fark edip bunlardan kendimizi arındırmamız gerekiyor olabilir. Birçoğumuzun sıklıkla yaptığı bir hata vardır. Sevmek kelimesini yanlış kullanıyoruz. Mesela tavuğu sevdiğimizi söyleriz. Ama aslında biz tavuk eti yemekten zevk alıyoruzdur. Tavuğu sevseydik belki de onu kesip yemememiz gerekirdi. Bir şeyi sevdiğini söylemek aslında büyük bir iddiadır. Çünkü bahsettiğimiz anlayışlı olma, karşılık beklememe, ilgilenme vs. koşullarını gerçekleştirmek gerçekten zordur. Bir şeyi sevdiğimizden söz ederken çoğunlukla ve muhtemelen, farkında olmadan yalan söylemiş oluruz. Örneğin, “güzel” kelimesi de, sevgi kelimesi gibi genelde asıl anlamıyla kullanılmaz. Güzel, “gözel”den gelir. Gözel, “göze el veren” demektir. Yani görsellikle ilgilidir. “Bu kadın güzelmiş” dediğimizde kelimeyi asıl anlamında kullanmış oluruz, ama “bu çorba güzelmiş” derken çorbanın görünüşünü değil de tadını kastediyorsak kelimeyi asıl anlamında kullanmış olmayız. Onun yerine bu çorba lezzetliymiş diyebiliriz. Dilimizde bu şekilde kullandığımız daha birçok kelime bulabiliriz.

---

Sevginin en çok karıştırıldığı şeylerden biri de birine yakınlık duymak, ona yakın hissetmek veya bağlanmaktır. Böyle bir durumda biz genellikle yakınlık duyduğumuz muhatabımız tarafından sevilmişizdir ve zaten bunun sonucunda, ona karşı bir yakınlık oluşmuştur. Biz onu henüz sevmemiş olabiliriz ve genellikle sevmemişizdir. Bunu çok iyi bir örnekle açıklayabiliriz. Çağan Irmak'ın Issız Adam” diye bir filmi vardır. Filmin başkahramanı Alper, Ada diye bir kız görür ve ondan etkilenir. Ona sevgisini sunmaya çalışır. Bunun sonucunda Ada sevildiğini hissettikçe kayıtsız kalamaz ve Alper'e karşı duygusal bir yakınlık hissetmeye başlar. Bakınız Alper'i sevmeye başlıyor değil, ona yakın hissetmeye başlıyor (İnsanların birine yakınlık duyduklarında; “seviyorum” diye dolaşmaları doğru olmayıp yanlış bir zandan ibarettir.). Sonrasında Ada, Alper'e duygusal olarak bağlanır. Fakat Alper gün geçtikçe kendisini bu ilişkide boğuluyormuş gibi hisseder ve sonunda, görünürde hiçbir sebep yokken aniden Ada'dan ayrılır. O sırada Alper de tıpkı Ada gibi durumu çözümleyemediği için ne kendisine ne de Ada'ya ayrılma nedenine dair geçerli ve mantıklı bir açıklama yapamaz. Hatta terk ederek Ada'yı üzmüş olduğu için biraz da suçluluk duyar.

Filmi izleyen herkes gibi Ada da ve hatta Alper de sonradan olmak üzere; herkes Alper'e çok kızmıştır. Ama aslında Alper sevilmediği için Ada'yı terk etmişti. Yani Alper Ada'yı seviyordu; fakat ilişkiler genel olarak karşılıklı al-ver üzerine bir dengeye oturtularak yürütüldüğünden, Ada tarafından yeterince sevilmeyince bir noktada boğulmuş hissetmeye başladı. Aslında neredeyse en başından beri hissediyordu ama bir yerde dayanamayacağı noktaya geldi ve ayrıldı. Yani aslında Alper, Ada'yı bir bakıma bir çocukmuş gibi “avutuyordu”. Ada, Alper'i sevmiyordu, sevilmenin verdiği hazzı yaşıyordu ve bunun sonucunda Alper'e yakın hissediyordu. Durum böyle olunca, Alper de tek taraflı olarak verici olduğu bu ilişkiyi sürdüremedi ve Ada’yı terk etti. Filmin sonunda Alper'in Ada'yı tekrar istemesinin sebebi de hayatında hala sevilmiyor oluşu ve yalnızlığıyla ilgiliydi. Film üzerine çok fazla konuşulabilir. Benim burada demek istediğim şu: Biri bizi sevdiğinde ona karşı bir yakınlık duyabiliriz. Fakat bu, o kişiyi sevdiğimizi söylemek için yeterli değildir. Onu sevip sevmediğimizi anlamak için, karşıdaki kişinin bize ne kadar yakın hissettiğine bakmak gerekir. Alper, Ada'ya ayrılmak istediğini söylediğinde tokadı yemişti diye hatırlıyorum. Seviyorsak tokat atmamamız gerekir. Yani Ada o an ilkel davranıp saldırganlaşmak yerine, Alper’e dönüp "N’oldu bir tanem, neden ayrılmak istiyorsun?" dese belki her şey çok farklı olacaktı. Sen o adamı sevmezsen, o adam da Oscar Wilde'ın şiirinde geçen eylemi gerçekleştirir. Ne diyordu şiirde? "Herkes öldürür sevdiğini"

Özlemek de bu konuyla ilişkilidir. İnsanlar genelde sevdiklerini özlediklerini düşünürler. Evet, bu da olabilir. Ama çoğunlukla bizi seven, kendisine yakın hissettiğimiz kişileri, daha doğrusu onların bize olan sevgisini özleriz.

---

Sevgi üzerine düşünmeye devam ettikçe, dikkatimizi çeken bütün unsurların bizi bir yere daha da ittiğini fark edecek ve o yerde, insan için bir başkasını sevmenin oldukça zahmetli, zorlayıcı, hatta imkânsız olduğunu göreceğiz. Fakat elbette bu imkansızlığın istisnası olabilir ve insan bir başkasına kavramsal karşılığı ile sevgi gösterebilir. Böyle bir durumda da seven insanın ömrü çok uzun olmayacaktır. Çünkü kişi, bir diğer insana karşı sevgi kelimesinin gerekliliklerini layıkıyla yerine getirdiği ölçüde kendinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bir başkasını sevmek bir tarafa insanın kendisini sevebilmesinin imkânı üzerine bile şüphe duyulmalıdır. Çünkü her insan, yaşamı boyunca onlarca, belki de binlerce kez kendi çıkarlarına ve gelişimine farkında olarak veya olmayarak ihanet etmiştir.

Buraya kadar düşünsel yönü daha ağır basan yazının sonuna, bir Orhan Veli şiiriyle gidelim,

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Bir gün sevmenin ve sevilmenin mümkün olduğu bir yer keşfedebilmek ümidiyle
ve dolayısıyla heyecanıyla…

 

Notlar

  • İbrahim’in şarkısı için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=WIFWfPglkoQ
  • İnternetin derinliklerinde bilgi ve görüşlerini paylaşıma açan Ekrem Demirli ve Dücane Cündioğlu gibi isimlerden izler, bu ve bundan sonraki yazılarda varlıklarını gösterebilirler.
  • Bu metin, genel hatları itibariyle 2022 yazında, bir YouTube kanalına gönderilmek üzere video çekmek amacıyla (Kanal yöneticilerini birlikte çalışmaya ikna etmek için) yazıldı. Fakat amacına ulaşamadı.